Geçen hafta içinde Şili’de yaşanan ve gıpta ile takip ettiğimiz bir kurtarma olayı bütün dünyanın dikkatlerini oraya çekmiştir.
Yerin 622 m altında meydana gelen maden göçüğünde mahsur kalan 33 madenci 69 gün sonra sağ olarak kurtarıldılar. Kurtarma çalışmalarının 4 ay süreceği açıklanmasına rağmen çok kısa zamanda gerçekleşti. Yeryüzüne çıkarma işlemi 48 saat sürecek açıklamasına rağmen de 22,5 saatte tamamlandı. Devlet başkanı madencilerin her birini bayram havasında şenliklerle karşıladı.
Her şey o kadar düzenli gerçekleşti ki kıskanmamak mümkün değil. 24 mm. çaplı çelik halat ile iç çapı 56 cm olan çelik tüp bir makine operatörü marifetiyle madene indirildi. Önce insansız ve insanlı deneme yapıldı. Sonra bir madenci ve bir sağlık uzmanı madene inerek özel kıyafet ve özel gözlükle donatılan mahsur madencileri 15-20 dakika arası değişen yolculukla sırayla yeryüzüne çıkardılar. Yüksek nem ve ısı dolayısıyla meydana gelen yumuşak deri ve saçkıran gibi sorunlar ve psikolojik destek amacıyla hastanelere sevk edildiler. Zaten maden ocağında mahsur kaldıkları anlaşıldıktan sonra acil olarak açılan bir delik vasıtasıyla irtibat kurularak madencilerin hayata bağlı kalmaları için maddî ve manevî bütün ihtiyaçları karşılanmıştı.
Şili’de 2010 yılı başında 27 Şubatta 8,8 büyüklüğünde bir deprem de olmuştu. Hatırlanacağı gibi bu depremden sonra ilk bir gün içinde 5’ten büyük 90 deprem meydana gelmesine rağmen çok az sayıda can ve mal kayıpları olmuştu.
Şili, Güney Amerika Kıtası’nda ekonomik açıdan bizden daha geri kalmış, yaklaşık 765.000 km² toprağa sahip 17 milyon civarında nüfusa sahip bir ülkedir. Büyük depremler ve maden göçükleri karşısında nasıl başarılı olabiliyor? 22.05.1960 günü meydana gelen 9,5 büyüklüğündeki depremden sonra aldıkları tedbirler iyi incelenmelidir. Ülkemizde Edirne – Keşan’da bulunan maden ocağında üç çalışanın ölmesi, Zonguldak Karadon Ocağı’nda ikisi hâlâ toprak altından çıkarılamayan 30 çalışanın hayatını kaybetmesi, Bursa-Yenişehir Maden Ocağı’nda 17 çalışanın hayatını kaybetmesi ve sellerde hayatını kaybedenler ile son bir yıl içinde afetler sonucu ölenlerin sayısı 100’e yaklaşmıştır. Bu olaylar sırasında takınılan tavırlar, söylenen sözler ve yapılanlar ülkemizi yönetenlerin anlayışlarını ortaya koymaktadır.
Deprem gerçeğiyle yaşamamıza ve yakın zamanlarda ağır felaketlere maruz kalmamıza rağmen yenisi oluncaya kadar deprem unutulmuştur. Geçen hafta Marmara Denizi’nde meydana gelen 4,4 büyüklüğündeki deprem yeniden korkuya sebep olmuş ve deprem konuşulmaya başlanmıştır. Büyük depremden bu yana geçen 11 yılda ne yapıldı? Küçük ölçekli güçlendirmeler dışında hiçbir ciddi çalışma yoktur.
Her yağmur başladığında başta İstanbul olmak üzere birçok bölgemizde korku da başlamaktadır; çünkü sel ve su baskınları can ve mal kayıplarına yol açmaktadır. Yeni yağmurlara ve felaketlere kadar hiçbir tedbir alınmadan beklenmektedir. Son birkaç yıldır yağmurların yağması ve barajların dolu olması birkaç bidon suya muhtaç olduğumuz günleri de unutmamıza yeterli olmuştur. Melen çayını İstanbul’a getirmekle su sorununu çözdüğünü sananlara Boğaz geçişinin depreme dayanıklılığının sağlanıp sağlanmadığı sorulmalıdır.
Türkiye, yeryüzündeki en güzel coğrafya parçalarından biri üzerinde adeta köprü konumunda ve çok güzel bir kuşakta yer almaktadır. Bununla birlikte jeolojik yapısı, topoğrafyası ve iklim özellikleri bakımından her zaman afet olabilecek doğal tehlikelerle de karşı karşıyadır. Maden ocaklarında meydana gelen kazalar ve bazı yangınlar da afet kapsamında değerlendirilmektedir.
Son yirmi yılda meydana gelen doğal afetler sonucu 20 binden fazla kişi hayatını kaybetmiş, onbinlerce kişi yaralanmış, bir milyonu aşkın kişi evsiz kalmış ve milyarlarca lira ekonomik kayıp oluşmuştur.
İnsan hayatı çalışmak üzerine kuruludur. Çalışmak inancımıza göre bir görevdir ve karşılığında mükâfat vardır. Çalışmadan ve yapılan işleri en iyi ve doğru şekilde yapmadan ilâhi kudrete havale etmek anlayışı doğru değildir. Tevekkül yani güvenme dinî bir tabirdir. Bunu iyi anlamak ve ona göre davranmak esastır. Her hususta Allaha güvenmek, dayanmak ve işleri ona havale etmek, çalışanın emeklerinin boşa çıkarılmayacağına inanmak ve sonuçlarına sabır göstermektir. Yani çalışmadan, tedbir almadan, görevlerini yerine getirmeden tevekkül olmaz.
Başbakan Zonguldak’taki olaydan sonra “Bu işe girenler bilerek giriyorlar. Kaderleri böyledir.” demiştir. En üstteki yetkilinin sorumluluk anlayışı böyle olursa diğer yöneticilerin davranışları nasıl olabilir?
Nitekim bu ülkenin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da kömür ocağında başından sonuna kadar çelişkilerle dolu kurtarma çalışmalarından sonra “güzel öldüler” demiştir. Güzel olan nedir? İki madencinin hâlâ bulunamaması mı? Cenazelerini karıştırıp sonradan mezarların yeniden açılması mı? Yoksa zamanında tedbirlerin alınmaması mı?
Doğal afetler, yerküresinde meydana gelen zamanı, yeri, şiddeti ve oluş şekli bakımından bazıları önceden tahmin edilebilen; ama her birine karşı insan aklı, iradesi ve gücü ile tedbirler alınabilecek olaylardır.
Öncelikle deprem olmak üzere sel, heyelan, su baskını, erozyon, kaya ve çığ düşmesi, hortum ve lodos gibi fırtınalar, don, kuraklık, yangınlar, aşırı sıcaklık ve soğukluk, zararlı böcek istilası gibi doğal afetler ile yeraltındaki göçükler ve patlamalar ilk akla gelenlerdir. O halde hazır olunması ve bilimin verdiği bütün imkânların en etkin şekilde kullanılması gerekmektedir.
İster teknolojik ve biyolojik doğal olarak, isterse insan kaynaklı afetler sonucunda ortaya çıkabilecek istenmeyen ve arzu edilmeyen zararların önlenmesinin mümkün olacağını bilmek şarttır. Bunun için her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olmak, can kayıplarını önlemek, zararları en aza indirmek, müdahale etmek ve meydana gelebilecek hasarları iyileştirmek amacıyla ülke kaynaklarını doğru olarak organize etmek üzere, planlama, karar alma ve değerlendirme süreçlerini kapsayan bir afet yönetemi uygulamasına derhal geçilmelidir. Afet öncesi, anında ve sonrası uygulanması zorunlu olan afete hazırlık, acil müdahale yöntemleri ve davranış şekilleri eğitim kurumları ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla her yetkiliye ve her vatandaşımıza doğru algılanana kadar öğretilmelidir.
Afet Bilgi Sistemleri bilimin bütün imkânları kullanılarak güncelleştirilmeli ve her an hazır durumunda bulundurulması sağlanmalıdır. Alınacak tedbirlerde esas olan can kayıplarının olmaması, mal kayıplarının ise en aza indirilmesidir.
Bütün tedbirler bilimin ışığında alındıktan sonra korkulu bekleyiş, yerini güvenli ve huzurlu yaşantıya bırakacaktır. Her tabiat olayının felakete dönüşmeyeceği, arzu edilmeyen maddî kayıpların da kolayca telafi edileceği beklentisi hâkim olacaktır.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir. Ülkemiz kötü yönetilmektedir. Yönetenler yetersiz kalmaktadır. Bunları düşünmeyen, beceremeyen ve gücü yetmeyenler ülke yönetiminden uzaklaştırılmalı ve inanarak başarmaya talip olanlara imkân sağlanmalıdır.
12 Eylül 2010 günü yapılan halk oylaması sonuçları pek çok gazete ve televizyonda yorumlanmaktadır. Yorumların tamamına yakını gerçeklerden uzak ya da maksatlıdır. Her iki durumda da hedef tektir. MHP ve Genel Başkan Sayın Devlet BAHÇELİ. Detaylara girmeden önce şunu ifade etmek gerekmektedir. Türkiye ve Türk Milleti üzerine hesap yapmakta olan iç ve dış odaklar 90 yıllık hedeflerine varmak için önlerinde kurumsal nitelikte tek engel görmektedirler. O da MHP’dir. MHP de Sayın BAHÇELİ Genel Başkan olduğu müddetçe bu duruşunu değiştirmeyecektir. Onun için MHP’nin birliğini sarsmaya yönelik faaliyetler hız kazanmıştır.
Bu Anayasa değişikliği esasta yargı ile ilgili maddeler için yapılmış olup diğer maddeler tarafından ambalajlanmış bir metindir. Yargı ile ilgili olan kısmını ise Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ nın yapısının değiştirilmesi oluşturmaktadır. Bu yapılar değişince ne olacaktır?
1- Dindar geçinenlerin ve sembol olarak başörtüsü etrafında toplananların arzu ettikleri yasalar artık yüksek yargıdan dönmeyecektir.
2- Habur’da tıkanan Kürt Açılımının devam edebilmesi için yasal zemin hazırlanmaktadır. İlgili yasalar yüksek mahkemeden dönmeyecektir.
3- Ülkenin ekonomik kaynaklarının peşkeş çekilerek satılmasına engel olan yüksek yargı kontrol altına alınmış olacaktır.
4- Yarın hesap vermek gerekecekse yandaş yargı devreye girecektir.
Başörtüsü söz konusu olunca kıyameti koparırcasına gürültü çıkaran çevreler başta üniversite senatoları, barolar ve meslek kuruluşları olmak üzere aydın ve ilerici geçinen bütün çevreler ülke bütünlüğü ve millet birliği söz konusu olunca seslerini kesmiş sus pus olmuşlardır. Medya büyük çoğunlukla gerçekleri saklamaya çalışmaktadır.
Türk Milleti’nin yıkım projesini hazmetmeye başladığı zannedilmektedir. Ayrı bayraktan söz edildi, özerk Kürdistan’dan söz edildi, barışçıl çözüm, demokratik çözüm böylece sağlanarak anaların gözyaşı duracakmış. Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, peşmerge liderleri, terör elebaşları ve onların belediyelerdeki ve TBMM’deki uzantıları öyle sözler söylemektedirler ki olup bitenleri milletçe şaşkınlıkla seyrediyoruz. NATO, BM, ABD, AB, aracılar, barış havarileri, elçiler, gazeteciler, artistler, şarkıcılar herkes devrede.
Sandıktan ne çıktı? % 57,8 evet ne anlama gelmektedir? Evetler aynı anlam etrafında birleşebilir mi? Başörtüsü üniversitelerde serbest kalsın düşüncesinde olanların hepsi aynı zamanda Diyarbakır’da sarı-kırmızı-yeşil bir bez parçasının bayrak diye resmi binalarda dalgalanmasına razı olabilirler mi? Güney Doğu Anadolu bölgemizde özerk Kürdistan’ın kurulması vicdanlarına sığar mı ya da okullarımızda Türkçenin yanında Kürtçenin de eğitim dili olmasını kabul edebilirler mi?
Denebilir ki Türklüğe hakareti serbest bırakan yasa çıktığı zaman da büyük tepkiler beklenmişti. Zinayı serbest bırakan yasa çıktığı zaman da, vakıflar yasası değiştiği gibi birçok yasa değiştiği zaman da aynı tepkiler beklenmişti. Ne oldu ki? Hepsi de hazmedildi.
Sümela Manastırı’nda 449 yıl sonra Fatih’in Trabzon’a girdiği gün ayin izni verildi. Akdamar adasındaki kilisede 95 yıl sonra ayin yapılmasına da izin verildi. Fena mı oldu? Yunanistan’da, Amerika’da ve Avrupa çevrelerinde bu davranışlar takdir topladı. Türk Milleti’nin vicdanı sızlasa kimin umurunda.
Türk Milleti’nin şuurlu mensupları, vatanseverler, Türk Milliyetçileri her şeyi dikkatle takip etmektedir. Yandaş medya, çıkarcı menfaat grupları ve yağmacılar, AKP hükümeti ile özdeşleşen yöneticiler, haysiyetsiz seçkinler, İmralı-Kandil hattı ve siyasî uzantıları, Washington-Brüksel-Erbil lobileri, Türk Milleti üzerine hesap yapan strateji kuruluşları ve kamuoyunu hazmettirmeye çalışan bütün çevreler güçlerini birleştirip hedefe yaklaştıklarını zannedebilirler. Onlara tavsiyemiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okumalarıdır.
Toplam seçmen içinde her 100 kişiden 41,8’i evet demiştir. Buna boykotçuları da eklersek 46 eder. Ama hiçbir zaman yukarıda saydığımız konularda hedef birliğinden söz edilemez. Konunun doğru anlatılabilmesi ve milletçe doğru algılanabilmesine imkân olmadığı için evet diyenlerin büyük kısmı kendi anladıkları tarafı ile oy kullanmışlardır. Bunların, gerçekleri görmeye başladıkları zaman millî birlik ve bütünlükten, istiklâlimizden, dilimizden, dinimizden, bayrağımızdan, İstiklâl Marşı’mızdan, kültürümüzden, ahlâkımızdan yana tavır alacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Türk Milleti’nin şuurlu mensuplarına da büyük bir görev düşmektedir. Devletimizi kuran millî iradeye sahip, Atatürk’ün emanetini doğru algılayan Türk Milleti’ni ilelebet hür ve mutlu yaşatma kararında olanların buluştuğu ve gayret gösterdiği tek yer MHP’dir. Kurumsal anlamda sivillerin toplanacağı, destekleyeceği başka bir yer yoktur. Yıpratmaya, dağıtmaya, yılgınlığa ve çılgınlığa asla müsamaha gösterilemez. Kışkırtmalara, tahriklere, menfaatlere ve küçük hesaplara göre davranışlar tasvip edilemez. Oynanan oyun büyük ve karmaşıktır. Bize yakışan uyanık ve bir arada olmaktır.
5- İmralı- Kandil Hattı ve Siyasî Uzantıları: Yıkım projesinin Habur’da tıkanmasından sonra yolun yeniden açılması için bu hat çok hareketli olmuştur. Son iki ay içinde; Diyarbakır’da demokratik toplum kongresi toplanmış ve barışçıl çözüm yani demokratik çözüm benimsendiği açıklanmıştır. BDP’nin MYK’sı da Diyarbakır’da toplanarak demokratik çözüm kararı almışlardır. Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nden 647 sivil toplum kuruluşu da Diyarbakır’da toplanarak aynı tarzda görüş açıklamıştır. Sonra Tunceli’de Munzur Festivali kapsamında Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı cumhuriyetin ilk dönemindeki isyanları başlatan Seyit Rıza’nın heykelini açmış ve festival kapsamındaki toplantıda yaptığı konuşmada özerk Kürdistan’ın kurulmasının tek barışçıl çözüm yolu olduğunu açıklamıştır. Mülayim Türk insanının gönlünü kırmamak için de “Ay-yıldızlı bayrağın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımızın dalgalanmasında ne mahsur vardır?” demiştir. Bağlı bulunduğu Barış ve Demokrasi Partisi genel başkanı da iki gün sonra Ağrı’da yaptığı miting konuşmasında “ Özerklik görüşü partimizin resmi projesidir. Bundan hükümetin de haberi vardır.” demiştir. Bunlar olurken AKP hükümeti duyarsız kalmış hatta Başbakan MHP’yi suçlamaya devam etmiştir.
Bu arada Başbakan terörü bitirmek için NATO’yu göreve davet etmiş, BDP’den önceki parti DTP’nin eski genel başkanı da Birleşmiş Milletleri davet etmek gerekir demiştir.
Sonunda gerçekler anlaşılmıştır. Cumhurbaşkanı Azerbaycan’a giderken uçakta yaptığı açıklamada “devlet terörü bitirmek için gerekirse her yolu dener” demiştir. Aynı gün Adalet Bakanlığı tekne kiralayarak İmralı’ya 2 avukat göndermiştir. İmralı’ya çalışan iki tekne onarımda olduğu için iki hafta ulaşım sağlanamamış. BDP genel başkanı da o sabah Bitlis’te yaptığı konuşmada “İyi haber bekliyoruz” demişti. Teknenin neden alelacele kiralandığı akşama doğru anlaşıldı. PKK sitesinde Kandil’deki terör elebaşısı “ Önderliğimiz ateşkes ilan etmiştir. Bu iyi değerlendirilmelidir. Fırsat kaçırılmamalıdır.” dedi. Bir gün sonra yapılan açıklamada “ Devlet yetkilileri ile önderliğimiz görüştü” denilmiştir. Bu açıklamaya hükümet tarafından bir itiraz gelmemiş AKP parti yetkilisi yalanlamıştır. AKP hükümetinin İmralı –Kandil ve onların siyasî uzantıları ile her konuda pazarlık ettiği anlaşılmıştır. Başbakan bu pazarlığı ifade edenlere çok ağır hakaretlerle saldırmakta ve kendilerinin bu pazarlıkta olmadıklarını söylemektedir. Zaten PKK liderleri de AKP ile görüştük demiyor ki, Devlet yetkilileri ile görüştük diyor. Peki devlet yetkilileri kendiliğinden mi yapıyor bu görüşmeleri? Hükümetin, siyasî iradesi ve bilgisi yok mudur?
6- Washington – Bürüksel-Erbil Lobileri: Habur’da tıkanan yıkım projesini “güzel şeyler olacak, anaların gözyaşları dinecek” diyerek başlatan Cumhurbaşkanı geçen yıl TBMM açılış konuşmasında terör konusunda “ Biz bir şeyler yapamazsak, birileri yaptırır” demek suretiyle teslimiyetçi anlayışlarını ortaya koymuştur. Kerkük yerine Erbil’de konsolosluk açılması, Bakanlarımızın sıklaşan Erbil ziyaretleri ve peşmerge liderinin abi denilerek kırmızı halılarla karşılanması bizim kırmızı çizgilerimizi ortadan kaldırmıştır. Başbakanın ve AB müzakerelerinden sorumlu devlet bakanının zaman zaman yaptıkları açıklamalar küresel güçlere verilen sözlerin olduğunu göstermektedir.
7- Türkiye ve Türk Milleti üzerine hesap yapan yabancı strateji kuruluşları: Çarpıtılmış ve güzel ambalajlar içinde sunulan sinsi siyasî planlar, gelişmişlik, kalkınma, büyüme, zenginleşmek, çağdaşlaşmak, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, yerel kültürleri yaşatma vs. kavramları kullanılarak Başbakanın sık sık tekrarladığı 36 etnik grup ve Cumhurbaşkanının ifade ettiği “farklılıklarımız zenginliğimizdir” görüşleri doğrultusunda bazı vakıf ve dernekler AB fonları ve Soros Vakıfları tarafından desteklenmektedir. Bunlardan biri olan TESEV tarafından hazırlanan anayasa ve yasalarda yapılması önerilen değişiklik teklifleri 19.07.2010 tarihli Bakanlar Kurulun’da görüşülmüştür. Anayasa ve yasalardan Türk adının tamamen temizlenmesi öngörülen 58 sayfalık bu raporun önsözünde Etyen Mahçupyan “ Hükümet bütün iyi niyetine rağmen anayasal zemin hazır olmadan başarılı olamaz” diyerek anayasa değişikliğinin önemine vurgu yapılmaktadır.
8- Siparişle sonuç oluşturan kamuoyu araştırma şirketleri: Aldıkları para doğrultusunda istenilen sonuçlar oluşturularak kamuoyunun arzu edilen yönde etkilenmesi amacıyla açıklama yapan ünlü şirketler vardır.
Milletimizin değer verdiği ve ümit bağladığı bazı kuruluşlar ve kavramlar bu yöntemle değer kaybetmiştir. Seçimlerden önce de bu şirketler sipariş edilen sonuçlarda seçmeni etkilediği gibi bugün de aynı yönlendirme çabaları vardır.
Sonuç olarak görülmektedir ki 12 Eylül günü sandıklarda seçmenin oy vereceği Anayasa değişikliği Türk Milleti’nin acil ihtiyaçlarına cevap vermek amacı taşımamaktadır. 12 Eylül ihtilalini yapanlardan hesap sorma iddiası ise mesnetsiz ve gülünç olmaktadır. Zira geçici 15. madde kalksa bile zaman aşımı bir yana Anayasanın 38. Maddesi ve 2004 yılında AKP hükümeti tarafından çıkartılan Türk Ceza Kanunun 7. Maddesi böyle bir yargılanmaya ve hesap sormaya imkân vermemektedir. Esasen AKP’nin böyle bir niyeti de yoktur. 28 Şubat sürecinin sorumlularından ve 27 Nisan E muhtırasının sahibinden hiç söz edilmemektedir. Hatta birisi danışman yapılarak, ikincisi ise üstün hizmet madalyası verilerek ödüllendirilmiştir. 12 Eylül’ün kalıntısı olan YÖK ve RTÜK en çok eleştirdikleri kurumlar olmasına rağmen değişiklikte yer verilmemiştir. Çünkü bu kurumlar artık kontrollerine geçmiştir.
Bu anayasa değişikliği paketi bireysel bazı haklar getiriyor gibi görünse bile asıl amacın doğrudan gizli ve sinsi PKK ve küresel güçlerle örtüşen bir AKP planı olduğu kesinlikle anlaşılmalıdır.
Başörtüsü konusunun çözüme kavuşturulması için yapılacak yasal düzenlemelerin artık Anayasa Mahkemesinden dönmeyeceğini düşünen iyi niyetli vatandaşlarımız, kutsal vatan topraklarının bir kısmı üzerinde bağımsız bir başka devlet kurulmasına gidecek özerklik yasalarının da aynı mahkemede reddedilmemesinin amaçlandığını sezmeleri ve iyice düşünmeleri gerekmez mi?
Başbakan’ın ifade ettiği gibi gerçekten Türkiye’nin manzarası değişebilir! Ya param parça olmuş bir ülke ya da kan gölüne dönmüş bir ülke. Yüce Türk Milleti bu oyunu bozmalıdır. Sandıktan çıkacak “HAYIR” sonucu sadece ülkemizi ve milletimizi değil AKP yetkililerini ve yandaşlarını da büyük bir felaketin taşeronu olmaktan kurtaracaktır.
12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan halk oylamasında, oya sunulan Anayasa değişikliklerinden amaçlanan nedir? Gerçekten Türk Milleti’nin ihtiyaçlarından mı kaynaklanmaktadır? Yoksa ambalaj içinde saklanan gizli ve sinsi planlar ve amaçlar mı vardır?
Konuya girmeden önce ağustos 2010 manzarasına göre ülkemizin durumunu kısaca değerlendirmek faydalı olacaktır.
1- Devlete, devleti kuran millî iradeye, millî birlik ve bütünlüğümüze ve istiklâlimize karşı çok ciddi baş kaldırı vardır. Kanlı terör olayları önlenmez halde iken devletin kurumları arasında gerginlik yaşanmaktadır.
2- Küresel güçlerin AB müzakere süreci kapsamındaki dayatmalarına gönüllü olarak rıza gösterilmesi ve yerli iş birlikçilerin büyük gayretleri ile kültürel yozlaşma hız kazanmış ve ahlakî çöküş meydana gelmiştir. Dinî ve millî direnç kırılmak üzeredir.
3- Takip edilen ekonomik modeller sonucunda ülkemiz adeta soyulmuş yer altı ve yer üstü kaynaklarımız yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmiştir. Günü kurtarma adına yapılan bazı iyileştirmeler Türk Milleti’nin geleceğini kurtarmaya yetmez. İşsizlik ve yoksulluk aile yapımızı sarsmaya başlamıştır.
Bu manzaraya rağmen aylardır Anayasa değişikliği ülke gündemini işgal etmiştir. Bir süre daha da işgal edecektir. Anayasa elbette değiştirilebilir. 1982 Anayasası da 8’i AKP hükümeti tarafından olmak üzere defalarca değiştirilmiştir. 175 maddenin yarısına yakını yenilenmiştir. Bu defa AKP tarafından yapılmak istenen milletin ihtiyaçlarına cevap vermek yerine gizli ve sinsi planların uygulanabilmesi için yasal zemin hazırlamaktır. Şayet değişiklik kabul edilirse o havayla seçimlerde bir dönem daha AKP iktidarını sağlayacak sonucu almayı düşünmektedirler. Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişmekle Yüce Divan görevi yapmak gereği hâsıl olduğunda kendilerini, yaptıklarının hesabını vermekten kurtarmak mümkün olacaktır. HSYK’da yapılacak bu değişiklikle birlikte yargı tamamen kontrol altına alınacağından bütün destekçilerin ve iş birlikçilerin de kurtarılması sağlanacaktır.
En önemlisi de Habur’da tıkanan Kürt Açılımı ( demokratik açılım veya millî birlik ve kardeşlik projesi!) bu değişiklikle yeniden mecrasına sokulacaktır. Çünkü verilen sözler ve gizli anlaşmalar doğrultusunda anayasal engel ortadan kalkınca 2. değişiklikle özerklik yolu açılacaktır. Yeni yapısıyla güdümlü hale gelecek olan Anayasa Mahkemesi hazırlanacak yasa değişikliklerinin önünde engel oluşturmayacaktır. Bu suretle yıkım projesi yeniden uygulamaya konulacak ve sonunda ülkemiz ve milletimiz bölünüp parçalanacaktır. Bundan şüphesi olanlar en azından son bir ayda cereyan eden Kandil-İmralı hattına ve Washington – Brüksel – Erbil’den gelen haberlere, Diyarbakır-Tunceli-Ankara-Ağrı vs. den çıkan seslere dikkat etmelidir.
Esasen bu yıkım projesinin merkezinde ne yazık ki AKP hükümeti vardır. Yanında ve yakınlarında diğer aktörler yer almaktadır. Şer cephesini oluşturan bu aktörleri tanımak gerekir.
1- Yandaş Medya: Demokratikleşme, tarihimizle yüzleşmek veya ezber bozmak adı altında her türlü rezalet sergilenmektedir. Devleti soyarak yandaş medya meydana getirilmiştir. Küresel güçlerin medyası devreye girmiştir. Devletin TRT’si de adeta Türklük düşmanı olmuştur. Sistematik olarak genel müdür değişikliği ile birlikte görülmemiş şekilde haber merkezine medyadan transferler yapılmıştır. 21 tanesi Samanyolu TV, Cihan Haber Ajansı, Zaman Gazetesi, Aksiyon Dergisi gibi okyanus ötesinden kumandalı, 14 tanesi de Kanal 7, Kanal A, Kanal 24, Türkiye Gazetesi ve Yurt Haberleri gibi diğer yandaş medyadan TRT’ye getirilmiştir.
Yandaş medyada aynı ağız kullanılmakta, belge ve bilgiler ilk olarak buralara servis edilmektedir. Bu bilgi ve belgelerin toplandığı, değerlendirilip servis edildiği bir haber havuzu oluşturulmuştur.
En büyük yalanlar bile süslenerek servis edilmekte ve bilgi kirliliği yaratılmaktadır.
Yerel basının da büyük bir kısmı ekonomik sebeplerle AKP’ye teslim olmuştur. Özellikle yerel TV’ler dini ağırlıklı programlarda yumuşak ve güzel sözlerle masum ve temiz vatandaşları çekmekte, bu programların ardından ihanet ve yıkım konuşmaları yapılmaktadır.
2- Çıkarcı gruplar, yağmacılar ve fırsatçılar: AKP’nin değişik kademesinde görev yapanların veya aday olanların büyük çoğunluğu iş pazarlayarak komisyonlar almakta ve içlerinden çok zenginler çıkmaktadır. Alnının akı ve emeği ile zengin olanlara taş çıkartırcasına 7,5 yılda 34 tanesi dolar milyarderi, yüzlercesi de milyon dolarlık ve daha yukarılarda zenginler türemiştir.
3- Geleceğini AKP hükümeti ile eşdeğer gören yöneticiler: Belediyelerden hak etmedikleri, hatta bilgi ve becerileri elvermemesine rağmen çok sayıda insan Ankara’ya devletin en yüksek kademelerine atanmışlardır. Genel müdür, müsteşar gibi görevlerin yanında vali ve kaymakamların da bazıları parti yetkilisi gibi davranmakta hiçbir mahsur görmemektedirler. Bazı bakanlıklar cemaatlere ve tarikatlara tahsis edilmiştir.
4- Kimliği olmayan haysiyetsiz seçkinler: Türkiye’nin ülkesi ve milletiyle birliğini koruması, millî mensubiyet şuurunun artırılması, millî devlet yapısının savunulması ve anayasamızın başlangıç ve ilk 3 maddesinde ifadesini bulan millî iradeye sahip çıkanlar gericilik veya çağ dışı olmakla suçlanmaktadır. Suçlananlar statükocu olarak gösterilmektedir.
Bu seçkinler ilerici, çağdaş, para kazanmasını bilen, kafası çalışan tipler olarak görünürler. Hayatlarını da böyle görünebilmek üzerine düzenlerler. Küresel güçlerle bağlantılı lobiler tarafından desteklenen, reklamları yapılan bu iş birlikçiler genellikle dindar ve Osmanlıcı olarak algılanmaya gayret ederler.