TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Sayın
Türkiye’de giderek tırmanan ağır sıkıntılar dolayısıyla, İstanbul ve çevresindeki arkadaşlarımızla yapmış olduğumuz durum değerlendirmesi sonucunda aşağıdaki mektubu sizlere iletmeyi uygun bulduk.
Elinizdeki mektubu yakın çevrenizdeki arkadaşlarınızla birlikte geniş bir şekilde değerlendirerek, ortaya çıkan görüş ya da görüşleri bize iletmenizi rica ederiz.
Saygılarımızla......
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Haberleşme adresi :
1- Süleymaniye, Şifahane Sok.Nu:6 34430 Eminönü – İstanbul
2- Belgegeçer : 0 (212) 526 18 91
3- E-posta : hayrettinnuhoglu@superonline.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Haberleşme Adresi:
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu: 6 34430 Eminönü - İSTANBUL
2- Belgegeçer : 0 (212) 526 18 91
3- E- Posta : hayrettinnuhoglu@superonline.com
Değerli Arkadaşımız !....
Türkiye, toplum tarafından yaygın olarak paylaşılan yanlışlar üzerine inşa edilen siyasetin kurbanı olma noktasına gelmiştir.İçinde bulunduğumuz dönem, “yanlışların gerçek sahibine dönmesi süreci” olarak nitelendirilebilir.Belirsizliklerin çevrelediği bir tünelde yol almaktayız.Öbür uçtaki ışığı görebilmek için “ortak akıl” geliştirmemiz gerekiyor.Yaşanmış bütün tecrübeleri süzgeçten geçirecek gelişkin bir akıla ihtiyacımız var.Söz konusu ortak akıl bizi farklı frekanslarda söylenmekten kurtarmalı.Bu konuda ilk görevin aydınlara düştüğünü herkesin kabul edeceğini umuyoruz.Aydınlar, kendi durumlarını, bilgi ve tecrübelerini yeniden değerlendirerek, adeta yeni baştan işe koyulmalı.
İdeolojiler çağının başlangıcından bu yana, aydın faaliyetleri gözden geçirilecek olursa, çeşitli ülkelerde ve dönemlerde ortaya çıkan çabaların, iki uç nokta arasında bir dağılım sergilediğini görürüz.Birinci uç, Rusya’da, Sovyet ihtilali’ nin gerçekleşmesini mümkün kılan aydınların ortaya çıkardığı tecrübedir.Bunlar, ihtilalden sonra gerçekleşmesine katkıda bulundukları yeni düzende, önceliği kendi konumlarını güçlendirmeye vermişler ve gücü ele geçiren yeni egemenlerin otoritelerinden pay istedikleri için tamamıyla tasfiye edilmişler; kimi kurşuna dizilmiş, kimi zindanda ölmüş, kimi de Sovyet kalkınması adına kazma-kürek işlerinde görev verilerek toplama kamplarına gönderilmişlerdir.Öyle ya da böyle, yeni egemenler, çok şey borçlu oldukları aydınların güçlerine ortak olmasını kabule yanaşmamıştır.İkinci uç, Mussolini İtalya’sında ortaya çıkan aydın tecrübesidir.Bunlar, seslendirdikleri düşünceleri ile Mussolini gibi birini “üretmişler” İtalya bir maceradan diğerine sürüklenmiş; buna karşılık, ortaya çıkan zarar ziyandan aydınlar hiç etkilenmemiştir.Aksine, Mussolini ortadan kalktıktan sonra, hep birlikte, ortaya çıkan yeni durumun sağladığı imkanlardan faydalanarak kendi konumlarını güçlendirmek adına yeni söylemlere sarılmışlar, mazilerini hatırlamaz olmuşlardır.Elinizdeki mektubun çerçevesi, bu konuda daha geniş değerlendirme yapmamıza imkan vermiyor.Bunun yerine, verdiğimiz iki referans noktasından hareketle, “Türkiye aydınları “ ile ilgili geniş değerlendirmeyi sizlerden bekliyoruz.
Bir toplumsal uzlaşmadan söz edilecekse eğer, bu konuda bir ön mutabakata öncelikle ihtiyaç olduğuna inanıyoruz.Ülkemizde, cumhuriyet kurulalı beri hatta çok daha öncesinden aydınlar konuştukça olaylar da konuşmuştur.Olayların anlattıkları ile aydınların anlattıkları birbirini doğrulamamıştır.Buna rağmen, aydınlar inadından vazgeçmemiş, yeni gözlemlere ve yeni tecrübelere itibar etmek yerine, gıdasını bizim gerçeklerimizle bağı kurulmamış felsefi söylemlerde aramayı sürdürmüştür.Eğer, gözlem ve tecrübeler doğrulanmış olsaydı, aydınların kendi konumlarını güçlendirecek yeni yollar arama çabalarını davalarının bir gereği saymak mümkün olabilirdi.Türkiye, hayallerimizle uyumlu bir düzen yerine, mahiyetini açıklamakta güçlük çektiğimiz bir yapı içinde yuvarlanıyorsa; bu, yeni fikirlerin gerçek adına değil de sahibinin konumunu pekiştirmek ve gücüne güç katmak adına ortalığa fırlatılmış olması yüzündendir.Bu süreçte, Türk aydını, kavgayı kesecek fikirlerin peşinde olmamış, ortak akıl geliştirme kaygısı taşımamış, rakibini tasfiye ederek galip çıkma sevdasına kapılmış ve kurnazlıkta büyük hüner sergilemiştir.Neticede, ne Türkiye’nin konumu ne de aydının konumu güçlenebilmiştir.Her şeyin önce düşüncede başladığını idrak edebilen herkes, gerçeğe saygı gösteren düşüncelerin geliştirilmesinin 21. yüzyıla devredilmesinin sebebinin burada olduğunu kabul edecektir.
Bir düşüncenin değeri, sahibinin kendisini gerçeğe ne ölçüde adadığı ile çok yakından ilgilidir. Ne var ki , ülkemizdeki gündemin bulanık rengi bu gerçeğe güvenmemize imkan bırakmıyor.Güncel dengeler içinde konumunu muhafaza etmek adına eğilip bükülmüş sözler, haklı eleştirileri savuşturmak için söylenen sözler, karşısındakinin düşüncesini saçmaya indirgeyerek sahibine yol açmaya yarayan sözler, makamını borçlu olduğu kişilerin ayıbını örtmek için gerçekleri çarpıtan sözler, kameramanın yakaladığı ilginç görüntülere uygun düşsün diye üretilmiş haberler, medya patronunun çıkarına uygun düşen konularla bezenmiş haberler, cambaza baktıran sözler , sorunları çözüyormuş gibi bir sahte izlenim doğuran sözler, içine bir miktar gerçek yerleştirilmiş düzmece haberler, suçu başkasına yıkmak için tasarlanmış demeçler, oyları çalmak için sarfedilen vaatkar sözler, kaçak güreşenlerin merkezi kimselere kaptırmamak için başvurduğu çene oyunları, ortak akıl geliştirmemizi alabildiğine engelleyen ve ülkemizin gündemini, ağırlığı olan her türlü fikri kolayca yutan bir bataklığa çeviren enerjik tavırlardır.
Ülkemiz, yıllarca önce, ortak akıl geliştirmemizi kolaylaştıracak tutarlı bir gündeme kavuşmalıydı.Hem iç hem de dış şartlar bunu burnumuzun dibine kadar dayatmıştı.Bunu vazgeçilmez olmaktan çıkaran borçlanma politikaları olmuştur.Soğuk Savaş boyunca semiren Vatansız Para Piyasası, doksanlı yıllarda değişimin dayanılmaz baskısından kurtulmak isteyenlerin can simidi olmuştur.Soğuk Savaş döneminin kemikleştirdiği toplumsal ve endüstriyel yapılanmanın merkeze yerleştirdiği egemenler, değişimin çağrıştırdığı belirsizliklerden kendi gelecekleri adına kuşku duymuş ve siyasi otoriteyi iç ve dış borçlanma istikametinde yönlendirerek konumunu muhafaza edebilmiştir.Bu süreçte, medya patronları tam destek sağlamış ve çenebaz entelektüelleri istihdam ederek zihinleri bulandırmıştır.Ülkemizde, sorunların yumuşak tedbirlerle çözülmesinin mümkün olduğu koskoca bir on yıl böyle harcanmış, siyaset sahnesinin bildik simaları iki yüz milyar doları aşan dış borç mukabili sahnedeki yerlerini kimselere kaptırmamışlardır.
Önümüzdeki yıllar, keskin köşeli siyasi ve ekonomik kararlara gebe yıllardır.Gerçeği bütün çıplaklığı ile kavramış siyasi kadrolara ve yüksek düzeyde karizmaya, gücünü bilgi ve tecrübeden alan cesarete ihtiyaç vardır.Kaybolacak her yıl daha daha keskin köşeli kararlara davetiye çıkartacaktır.Buna bağlı olarak da sorunların üzerine gitmek için gerekli cesaret de her geçen gün kırılmaktadır.İşte tam bu atmosferde sahnedeki yerini yine kaptırmak istemeyen zümreler tarafından “AB aşkı” devreye sokulmuştur.Her geçen gün ve her fırsatta, AB, sorunlarımızın çözümü için çare olarak sunulmakta, yanlış bilgilendirme yoluyla kamuoyuna umut verilmekte, sonra da hayali menfaat aşılanmış insanlarla anketler düzenlenerek, yönlendirme laboratuarlarında “üretilmiş gerçekler” delile dönüştürülmek istenmektedir.
Değerli arkadaşımız !
Ülkemiz, yeni hataları telafi edecek imkanların tamamen ortadan kalktığı bir dönemde, sınırlı bir zümrenin menfaati adına, sonu baştan belli bir maceraya doğru bilinçli olarak sürüklenmektedir.Sizleri, bu konuyu, çevrenizdeki kimselerle enerjik bir ilgi ile enine boyuna tartışmaya, gerektiğinde sert tepkiler vermek üzere hazırlanmaya davet ediyoruz.
Saygılarımızla.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Sayın
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Saygıdeğer katılımcılar,
Günümüzde, yeryüzündeki toplumsal hayatın doğal dengesini bulmasına, dolayısıyla az çok kararlı bir yapıya kavuşarak istikrarın olağan bir özellik haline gelmesine en büyük engel, “bile bile yanlış bilgilendirme”dir. Bu işin uzmanları, insanı, yönlendirilebilir nesne olarak görmektedir. Dünyadaki siyasî, ekonomik ve toplumsal kargaşa, çok büyük ölçüde bu anlayışın ürünüdür. Durmadan estetik ameliyatlara maruz bırakılan dünya dengeleri, bugünlerde, bir kurşun kalemi sivri ucu üzerinde dik tutmak modeli ile ancak açıklanabilecek bir özellik kazanmıştır. Küçük değişikliklerin ya da ufak hataların çok büyük sonuçlar doğurmaya muktedir olduğu bir ortam ortaya çıkmıştır. Dünya ekonomisindeki gerilemenin de, olağan özellik haline gelen siyasî istikrarsızlığın da arkasında yatan nedenler bu mahiyettedir. İşin ilginç bir başka yanı da şudur: Geleneksel siyasî kavramlar, yani, liberal, sosyalist, sosyal demokrat, muhafazakar vs gibi nitelikleri olan söylemler, bugünkü durumu açıklamakta yetersiz kalmıştır. Çok aşikar olarak görülüyor ki, hiç değilse sorunu tanımlama amacına yönelik yeni aletler, yeni parametreler, yeni bakış açıları geliştirmek gerekmektedir. Bunun için ise, nitelikli bilgiye ihtiyaç vardır. Oysa, küresel manipülasyon mekanizmaları, durumun esastan kavranmasının önüne sistemli bir biçimde engeller çıkarmaktadır. Başkalarının çıkarlarına uygun tertiplenmiş haberleri, küresel gerçeklerin yerine koymakla daha başlarken kontrol altına alınmış oluyoruz.
Japonların, altmışlı yıllarda ne gibi özgün nitelikli stratejiler geliştirerek zengin ülkeler arasında katıldığını enine boyuna incelemiş olanların kolayca kabul edeceği gibi, dünyanın, bugün geçmekte olduğu darboğazdan çıktığımızda nasıl bir biçim alacağını öngörebilen ve kendi yapısal reformlarını buna uygun hale getirmeyi başarabilen herhangi bir gelişmekte zorlanan ülkenin on- on beş yıl sonra zenginler kulübüne katılması işten bile değildir. Bize göre, Büyük Güçler, yüz elli yıllık süreç sonunda ortaya çıkan statükoyu esaslı bir değişiklik yapmadan sürdürebilmek adına, dünyayı değiştirmeyi yeğlemişlerdir. Esasta bir değişiklik yapmamak için, gücünün yettiği her şeyi değiştirmek olarak ifade edilebilecek biçimde bir süreç yaşanmaktadır. Bu süreç, hi-tech silahlarla insanlara saldırmak şeklinde değil, zihinlere saldırmak şeklinde sürdürülmektedir.
Bu sektörün uzmanları, bile bile yanlış bilgilendirme yöntemlerini ince ayardan geçirmek için bütün hünerlerini sergiliyor. Oysa bizim, yeryüzünde hangi örneği hangi alanda taklit edeceğimizi ve hangi alanlarda mutlaka özgün çözümler geliştirmemiz gerektiğini iyi tayin etmemiz gerekmektedir. Bunun için de, yöntemli düşünme sanatına vakıf insanlarımızın önce kendilerini doğru örgütlemeleri gerekmektedir. Gözleme ve ölçmeye dayanan sağlıklı bilgileri derlemek, bunların içlerinde saklanmış olan gerçeği bulup çıkarmak ve gelecek plânlamasında kullanmak yöntemin özüdür. Ne var ki, bu zincir, manipülatör diye isimlendirilen hackerler tarafından kırılmaktadır.
Bu mesleğin erbabının son derece cesur davranmasının en önemli nedeni, kendi kendilerini aydın olarak niteleyenlerin bulanık zihin yapılarıdır. Büyük Güçler’in, içine zenginleri de katarak “seçkinler” olarak nitelediği bu zümre, bazı hatalı tutumlarda ısrar etmek yüzünden, kendisini farkında bile olmadan gizli işbirlikçi konumuna indirgemektedir. Bu hatalardan genellenebilir olanları, kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Söz konusu hataların arasında en fazla önem verilmesi gerekenlerden biri, bizim, “yaşadığımız coğrafyayı şaşırmak” olarak nitelediğimiz hatadır. Bu hata, başka ülkelerin tarihlerini, kültürlerini, toplumsal yapılarını açıklamaya yarayan ve o ülkelerde gözlem yapan düşünürler tarafından ortaya atılmış kavramlara bel bağlayarak kendi ülkemizin gerçeklerini açıklamaya çalışmak, şeklinde özetlenebilir. Böyle ifade etmekle, başka ülkelerin siyasî, kültürel, endüstriyel, teknolojik ve tarihî süreçlerinin sonuçları olarak ortaya çıkan kurumsal yapıları, o ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin nedeni olarak algılamak ve bu kurumları kendi ülkemizde tesis ettiğimizde, kalkınmanın kolayca gerçekleşeceğini sanmayı kastediyoruz. Son tahlilde bu hata, sebeple sonucun yerini şaşırmak olarak özetlenebilir. Bu ise, tartışmaya kapalı bir mantık hatasıdır. Ülkemiz onlarca yıldır bu hatalı yolda yürümektedir ve şimdi sahip olduğumuz, işlevini yerine getiremeyen hantal devlet yapısı böyle ortaya çıkmıştır.
2. Bir diğer hatamızı, “yaşadığımız çağı şaşırmak” olarak niteleyebiliriz. Bu hata, günümüz gerçeklerini eski çağların mesellerine dayanarak açıklamak ve çözümle ilgili model örneklerini eski çağlardan vermek olarak özetlenebilir. Sadece tarihî gerçeklere dayanarak eylemsizliği savunmak da bu türden bir hatadır. Tarihî gerçekleri hesaba katmadan çıkılacak yolun sonunda serap vardır; ama, tarih düzleminde takılıp kalmak da gerçekle bağ kurmamızın önünde esaslı engel teşkil eder. Ne tarihî gerçeklere dayanarak hayallerimizi, ne hayallerimiz uğruna tarihin öğrettiklerini terk etmeden, ayaklarımız daima yerde olarak, siyasetin eğri uzayında, biz de kestirme yollar aramalıyız.
3. Kendi yurdumuza, başka ülkelerin kültürel şartlarının eseri olan felsefe kitaplarından çıkan ideolojik kalıplara göre gelecek biçmek, gayet dikkatle incelememiz gereken bir başka hatamızdır. Anarşizm (başsızcılık), evrenselcilik, Batı merkezli evrimcilik, devletlerin bir gün ihtiyaç olmaktan çıkacağına olan inanç, bazı kimselerin yazılarının veya konuşmalarının satır aralarında kolayca okunabilmektedir.
4. Sorun olmayan alanlarda çözüm üretmeye kalkışmak, entelektüel faaliyetlerimiz arasında en fazla enerji harcadığımız alanlardan biridir. Bu çerçevede değerlendireceğimiz bir konu da, sorun ile tatminsizliği birbirinden ayırmaktır. Sorun çözülmeden bir yere varılmaz ama, tatminsizliğimiz dolayısıyla sorun olarak öne sürdüklerimiz, gelişmenin bizzat kaynağıdır. Sorun çözülmezse gelişme olmaz, tatminsizlik olmazsa da gelişme olmaz.
5. Sorunları bilimsel ölçüler içinde çok yönlü tanımlama gayreti taşımadan çözüm üretmeye kalkışmak, yüzyıllar boyu kültürümüzün derinlerinde yer tutmuş olan kolaycılığımızın bir ürünüdür. Sorunları tanımlama, bize göre, en az gayret gösterdiğimiz konuların başında gelmektedir.
6. Dar alanlarda uzmanlaşmış pek çok kişi, kendi dağarcıklarındaki alet ve edevatın iyi bir gelecek inşa etmek için yeterli olduğunu sanmaktadır. Bu bir bakıma, çağımızın da hastalığıdır. Oysa, hayatın dayattığı sorunlar bütüncül niteliktedir. Bir başka deyişle, hayat, sorun olarak ne bulduysa, bütün unsurları ile birlikte üzerimize doğru atmaktadır.
7. En gelişkin edebiyat türümüz şikayet edebiyatıdır. Kendimizi aşağılamak çok fazla uzman yetiştirdiğimiz bir alan. Bu yüzden, zihnimize o kadar sis basıyor ki, ne ortaya çıkan fırsatları görebiliyoruz, ne de sorunları fırsatlar bağlamında değerlendirebiliyoruz. Bu yüzden de sorunlar kapımızdan hiç ayrılmadan ürüyor. Oysa, fırsatlar geliyor ve duraklamadan geçip gidiyor.
8. Konuşmalarından matematikle ilgilendiği pek belli olmayan kimselerin strateji uzmanı kesilmesi, her vesileyle karşılaştığımız bir durumdur. Stratejinin ne olup olmadığı konusunda vizyon sahibi olmadan, içinde strateji sözcüğü geçen cümleler kurmak bizi bir yere götürmez. Başka şekilde ifade edecek olursak, strateji, yazdığımız kompozisyonların kenar süsü değildir.
9. Beyin jimnastiğini kameralar önünde yapmak, buna karşılık maç oynanırken evden çıkmamak, profesyonel düşünürlerimizin sık sergilediği bir manzaradır. Bilindiği gibi, birçok Osmanlı “aydın”ı her gün Lé Mond okuyarak birbiri ile kavga etti de, sırası geldiğinde cepheye koşup düşmanla kavga etmeye cesaret edemedi. Yirminci yüzyılın başlarında İtalyan “aydın”ları, ne yaptı etti, faşizmi halkına benimsetti; ama, faşizmin icra edilmesi sırasında cepheye koşacağı yerde İsviçre’ye yerleşti.
10. Mümkün ile gerçeği birbirine karıştırarak her duyduğu olaya akla yakın bir senaryo yazanlar, gerçeği bütün çıplaklığı ile kavramamızın ve içinden kendi sorumluluklarımızı çıkarmamızın önüne ne kadar büyük engel çıkardıklarının, ya da gerçeği nasıl perdelediklerinin farkında bile değiller.
11. Herkesin doğrusundan bir tutam alarak hazırlanan çorbayı uzlaşma olarak nitelemek, özellikle siyasî partilerimizin oy kaygısı ile kullandıkları bir araçtır. Aktüel dengeleri hesaba katarak ortaya atılan söylemlerin “fikir” olduğunu öne sürmek, akla aykırıdır.
12. Dış politika konularını iç politikaya alet etmekten çekinmemek, nedense sık sık itirazlara konu olmasına rağmen, vazgeçmeye niyetli görünmediğimiz bir hastalıktır. Her türlü dış politika sorununu kamera ışıkları altında konuşmaktan adeta zevk alıyoruz. Bu hataya karşı-örnek olarak, Almanya ile Fransa’nın bir gece ansızın birleşme kararı vermesini gösteriyoruz.
Bize göre, Türk aydınının talaşının tahtasından fazla olmasının sebepleri kısaca böyle özetlenebilir. Burada dile getirmediğimiz ya da dile getirmeyi akıl edemediğimiz benzer hususlar yüzünden, her geçen gün yeni yeni fikir ayrılıkları üretiyoruz. Yine bu yüzden, korkarız ki, eğer içimizden biri bir gün bize doğruyu gösterecek olsa bile, onu duyamayacağız. Kanaatimize göre, Kıbrıs gibi fevkalade önemli bir konu, bu arızalarımızdan nasibini fazlasıyla almış görünmektedir.
Hepimizin ayrı ayrı eksik ve hatalı yanları var. Var; çünkü biz insanız. Hata ve eksiklerimizin verdiğimiz kararların içine saklanarak sırıtmasını istemiyorsak takım çalışmasını tercih etmeliyiz. Ancak bu sayede, ikinci el oto pazarında gezinirken gösterdiğimiz titizliği, ülkemizin sorunlarına da göstermemiz mümkün olabilir.
Bütün bu mülahazalarla, Bahçeşehir Üniversitesi’nin girişimini fevkalade önemli bir atılım olarak görüyoruz. Onlara, bize böyle bir fırsatı verdikleri için teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki toplantılarında da, çağrılı olsak da olmasak da, haberli olduğumuz müddetçe içeriden ya da dışarıdan daima destekleyeceğiz.
Saygılarımla.
ANNAN PLANI’NI OKUMAYA BAŞLARKEN
Mehmet Bilgin
Kıbrıs’ta kalıcı bir barış hepimizin ideali.Böyle bir barışı elde edebilmemiz için Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin hazırladığı ve genel sekreterin adıyla “Annan Planı” diye anılan bir taslak önümüzde.Mevcut duruma bu plan esas alınarak çözüm aranıyor.Bu toplantıda,Planın içerdiği esaslardan, kalıcı barışa engel gördüğümüz ya da bu konuda emin olamadığımız hususlarla ilgili görüşlerimizi paylaşarak bir sonuca ulaşmaya çalışacağız.
Eğer taslak çerçevesinde ulaşılabilecek sonuç kalıcı bir barış getirmeyecekse kalıcı bir çözüm için çaba sarf edebilmek üzere yeni öneriler de üretmek gerektiğini ve alternatifin hazır olmasının çözüme yararlı olacağının düşünüyorum..
Bu planın ön gördüklerini ve bizim pozisyonumuza göre müzakere edilerek değiştirilmesini istediğimiz yönlerini ortaya koyabilmek için öncelikle durum hakkında bazı tespitlerde bulunmak istiyorum.
Bu gün tartıştığımız konuyu tarihsel süreci içinde ele alarak açıklamak isterdim ama zamanımız buna yeterli değil.Bu nedenle tarihi sürecini de hatırlayarak,konuyu bu sürecin bize öğrettiklerinin genel bir değerlendirmesi olacak bazı hususlara işaret ederek açıklamak istiyorum.
Öncelikle bu gün bu meseleyi değerlendirirken asla unutmamamız gereken bir konu var. Türkiye’de “Kıbrıs Davası” olarak adlandırdığımız bu sorunu biz İngilizlerden devraldık. Konuyu bilenlerin hatırlayacağı gibi İngiltere Ada'dan çekilmeyi düşündüğünü belli edinceye kadar Türkiye deki hükümetler Kıbrıs diye bir meseleleri olmadığını sık sık belirtmek gereğini hissetmişlerdir.
Bu gerçeği vurgularken :
Ada’yı 1878 yılında Ruslar tarafından fena halde sıkıştırılmış olan Osmanlı’dan,Rusya'ya karşı destek vaadi ile geçici bir süre için kiralayan İngilizlerin,anlaşma gereği kiraladığı adayı Osmanlı’ya terk etmesi için tüm şartlar oluştuğu halde terk etmediğini, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde oluşan şartları değerlendirerek adayı ilhak ettiğini, Osmanlı’nın kabul etmediği bu ilhakı Türkiye Cumhuriyetine Lozan görüşmeleri esnasında nasıl ve hangi şartlarla onaylattığını hatırlamakta yarar vardır.
Bugün Kıbrıs'ta yaşananları anlayabilmemiz için 1960 da kurulan Kıbrıs devletinin garantör tarafları olan İngiltere,Yunanistan ve Türkiye açısından meselenin ne anlama geldiğine bakmamız lazımdır.
Kıbrıs sorunu, ada üzerinde yaşayan hem birbirleri ile hem de kendi içlerinde problemleri olan iki toplumun sorunu gibi görünse de gerçekte durumun böyle olmadığı aşikardır.
İngiltere, Kıbrıs’a kiracı olarak yerleştikten sonra Ada’da Osmanlı’dan devraldığı toplumsal yapıyı ve toplumlar arasındaki dengeyi bozmuştur. Türkleri adayı terk etmeye zorlayarak sayılarını azaltırken, Ada’ya dışardan Rum göçmenlerin yerleşmesini sağlamış, dolayısıyla Rumların Türklere karşı nüfus oranını artırmıştır. Aynı politika ekonomik alanda da uygulanmış Rum nüfusun zenginleşmesi sağlanmıştır. Rumlar , göçe zorlanmış Türklerden Ada’nın verimli topraklarını ucuz fiyatlarla satın alarak durumlarını sağlamlaştırmıştır. İzlenen bu politikalar sonucu Ada topraklarının çoğu Türklerin ve Türk vakıflarının tapulu malı iken Türkler hem nüfus hem de toprak olarak azınlığa düşürülmüştür.
Ada’nın tekrar Osmanlı’nın eline geçme ihtimaline karşı izlenen bu strateji Ada’ya yeni problemleri de taşımıştır.İngiltere Ada’da çoğunluğu sağlayan ve öğretisi kilise tarafından yayılan Megalo İdea nedeniyle Yunanistan ile birleşmek isteyen Rumların Yunanistan'la birleşme hayalleri,İngilizler tarafından adanın tekrar Osmanlıya geçmesi ihtimaline karşı devamlı olarak canlı tutmuş ve bunun İngiliz devler adamları tarafından her an gerçekleşebilecek bir hak olarak algılandığı kanaatini yaymıştır. Fakat İngiltere gerçekte adayı hiç bir zaman elden çıkartmayı düşünmemiştir.Adayı ilhak ettikten sonra Rumların bu isteği fiili hareketler uygulanarak bastırılmıştır.Sürekli oyalanıp aldatıldıkları için İngilizlere kin duymaya başlayan Ada Rumları Yunanistan'ın da desteği ile İngilizlere karşı eylemlere giriştiğinde, Rum toplumu üzerinde oynadığı oyunlara ilave olarak, azınlığa düşürdüğü Türk toplumunu da Rumlara karşı kullanmaya çalışarak adadaki düzenini sürdürmeye çalışmıştır.
İngilizleri tanıyanlar İngiltere’nin bu tür problemleri kolaylıkla halledebildiğini de bilirler.Nitekim İngiltere’nin adayı terk etmeyi düşünmesi Ada'daki iç probleminden çok İngiltere”nin iç problemlerinden kaynaklanmıştır. İngiltere’nin çekilmek zorunda olduğu sömürgelerinde sonradan kan dökülmesine ve İngiliz idaresinin özlenmesine yol açacak problemler bıraktığı bir gerçektir.Bütün bunlardan amacı üzerindeki güneşi batan imparatorluğun eski topraklarını güneşin doğacağı güne kadar elde edilmeye hazır bir vaziyette tutmaktır.
Sömürgelerini tasfiye eden İngiltere Kıbrıs’ı da elinde tutamayacağını anladıktan sonra Ada’da önemli oranda toprağı kendi askeri üsleri haline getirmiş,sonra da Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünün söz konusu olduğu, iki toplumdan oluşan bağımsız bir Kıbrıs Devleti kurulmasını temin etmiştir.Böylece bir bakıma sorunun çözüldüğünü düşünmemizi de istemiştir.
Kıbrıs devletinin kurulması aşamasına dahil olmamız ve bu devletin kuruluşuna garantör olmamıza yol açan haklarla birlikte İngilizlerin de içinde bulunduğu ve günümüze kadar hiç çıkmadığı bir sorunu da devraldığımızı düşünmememiz için hiçbir neden yoktur.Toplumları çatıştırma stratejisi ile Ada’dan ve bölgeden elini hiç çekmeyen İngilizler bugün de adanın içindedir.Bunu görmek için kafanızı çevirip şöyle bir adaya bakmanız yeter.Bu gerçeği bugün Ada’da yaşananları anlamamıza yardımcı olması için vurguluyorum.
Ada’daki problemin bir de Yunan - Rum tarafı vardır.Soruna oradan baktığımız zaman Ada’da bir ideal peşinde koşan Yunan tarafı görürüz. Yunanlıların bu büyük ideali ilk kez Rigas Ferreros adlı bir Rum tarafından 1796 yılında Viyana’da yayınlanan bir harita ile ortaya konmuş ve bir Helen İmparatorluğu olarak kabul edilen Bizans’ın tekrar ihya edilmesi için çalışma hedeflenmiştir.
Davayı nesilden nesile aktarmak görevini üstlenen ve dini hizmetlerden daha çok bu konuya enerji sarf eden Rum Ortodoks Kilisesi’nin önderliğindeki bu çalışmalar doğrultusunda 1821 Mora isyanı ile başlayan süreçte Yunanistan bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmıştır.Günümüze kadar Megalo İdea ile ilan edilen hedeflerden 5 ana hedef gerçekleştirilmiştir.Yine Megalo İdea’nın hedefleri arasındaki Batı Anadolu, İstanbul ve Doğu Karadeniz’le ilgili Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uygun ortamda hamleler yapılmışsa da bunlar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yunanistan açısından başarısız olan bu hamleleri, Yunanlıların varlık sebebi olarak gördükleri Megalo İdea’ya olan inançlarını bir zafiyet noktası olarak değerlendiren İngilizlerin kışkırttığını hatırlamanızda yarar vardır.Ayrıca bu İngilizlerin Yunanlılara karşı Megalo İdea'yı bir zafiyet noktası olarak değerlendirip, Yunanistan üzerinde oyun oynadığı ilk olay olmadığı gibi son olay da değildir.
Meseleye Megalo İdea yönünden baktığımız zaman Kıbrıs’ta bu konu Enosis olarak adlandırılan Yunanistan ile birleşme emeli olarak ortaya çıkar.Bu uğurda Kıbrıs’ta 1821 Mora isyanından bu yana dinmek bilmeyen bir çabanın sürdüğünü görürüz.Bu ideal çerçevesinde bütünleşen kilise,yöneticiler,politikacılar,iş adamları ve gençlik örgütleri geçmişte olduğu gibi, günümüzde de blok halinde bu hedefe ulaşmak için hareket etmektedirler. Aralarındaki tek ihtilaf konusu bunun zamanlamasıdır. Nitekim zamanlaması iyi yapılamayan bir hamle 1974 de Türk ordusunun Ada’ya çıkması sonucunu doğurmuştur.
Ada İngilizlerin elinde iken Rumlar, pek çok kere Ada’nın Yunanistan’a bağlanması İçin İngilizlere müracaat etmişlerdir.İngiltere’ye giden heyetler için aşağıdaki sahneler değişmeden oynanırdı.Gelen heyet çok iyi bir şekilde ağırlanırlar.Kulaklarına İngilizlerin Ada’yı Yunanistan’a bırakmaya hazır olduğu fısıldanarak iyice gevşetilirler.Temaslar iyi başlar ve bir noktaya geldiği zaman Sömürge Bakanlığı’nın Ada’yı Yunanistan’a vermeye hazır olduğu fakat ordu ve bahriyenin stratejik önemi nedeni ile adayı terk etmek istemediği açıklanır. Eğer uygun zamanı uslu bir şekilde bekleyerek geçirirlerse Ada’nın Yunanistan’a verileceği günlerin yakın olduğu söylenerek heyet Ada’ya geri gönderilir yada Ada’yı ziyaret eden İngiliz büyükleri Rumların gönlünü almak ve İngiliz yönetimine sıcak bakmalarını sağlamak için Ada’yı Yunanlılara vermek gerektiğinden dem vurarak,Rumları, İngilizlerin adayı bırakacağı günü beklemek ya da İngilizleri adayı terk etmeye mecbur etmek şeklinde özetlenecek bir şekilde bölerek ateşi kontrol altında tutmaya çalışırlar.
Bu genel değerlendirme çerçevesinde geçmişe baktığımız zaman ,bir iki defa Ada’nın Yunanistan’a verilmesi için ciddi teşebbüsler olduğunu görürüz.İlkinde Ada’yı Yunanistan’a vermek teklifini İngiltere yapmıştır.16 Ekim 1915 tarihinde yapılan ve bir hafta içinde cevap verilmesi istenen bu teklifin tek şartı Yunanistan’ın İngiltere’nin yanında savaşa girmesiydi.O zamanki Yunan Kıralı I.Kostantin Alman asıllı ve II.Kayzer Wilhelm’in kuzeni olduğunu hatırlarsak.bu durumdaki Yunanistan’ın Almanya’ya savaş açmasının veya bir hafta içinde karar vermesinin kolay olmadığını görürüz.Nitekim de öyle oldu.Yunanistan İngiltere’nin istediği sürede kararını veremedi.
Megalo İdea’nın önemli bir ayağını gerçekleştirmek fırsatı kaçmıştı.Yunan tarihçileri, bu olaydan 1917 yılında Venizelos’un iktidara gelip İngilizlerin yanında savaşa girmesine kadar geçen süredeki olayları incelerken İngilizlerin Kıbrıs’ı verme teklifinde samimi olup olmadığını,Yunanistan'da bir kırılma noktası yaratıp Alman yanlısı Kralı devirmeye bahane olsun diye mi böyle davrandıkları sorusuna cevap araya dursunlar. Resmi İngiliz politikası her zaman Enosis’in karşısında olmuştur. Ada Rumları da 1931 de olduğu gibi zaman zaman İngiliz yönetimine isyan ederek bu politikayı değiştirmeye çalışmışlardır.
Kıbrıs'taki tarihin akışını çevirmeye yönelik ikinci hamleyi de Yunanistan yapmıştır. İngiltere'nin stratejik durumundan dolayı adayı terk etmek istemediği mazeretine karşı Yunanistan 1947 yılında Ada’ya karşılık İngiltere’ye dört yerde 99 yıllığına üs vermeyi teklif etmiştir.Tabi İngiltere bu teklifi de kabul etmemiştir.
Yunanistan Kıbrıs’ı ilhak için bir yandan diplomatik taarruza geçerken diğer yandan da Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla EOKA isimli gizli bir terör örgütü kurmuştu. Örgütün kuruluş süreci 1952’den 1954’e kadar sürmüş ve bu tarihten itibaren Ada’ya Yunanistan’dan silah sevkiyatı başlamıştı.Dün olduğu gibi bugün de Kıbrıs Rum tarafının temsilcisi olarak, siyasi kimlikleri ile karşımızda duranlar bir zamanlar EOKA’nın kurucu kadrolarını oluşturanlardır.Kuruluşunu tamamlayıp silahlanan EOKA, Enosisi gerçekleştirmek için İngilizlere ve İngiliz yanlısı Rumlara saldırmaya başlamış,bu olaylarda 100 kadar İngiliz ve İngiliz yanlısı Rum öldürmüştü.EOKA'cılar bir müddet sonra da Türklere saldırmaya başladılar.İngilizlere saldırılar azalırken müdafaasız Türklere yapılan kanlı saldırılar artarak 1974 yılına kadar sürmüştür.
Ada’nın 1974 den önceki yirmi beş yıllık tarihi Enosis'i gerçekleştirmek için kurulmuş EOKA’nın işlediği cinayetlerle dolu.Saldırılar sonucu ölen Türkler ve saldırılar sonucu boşaltılan köylerin listesini vermeyeceğim.Çünkü günümüzde Kıbrıs’taki Türk gençlerinin bu saldırılarda katledilen Türklerle ve boşaltılan köylerle pek ilgisi yok.Onlar bu günlerde sadece uzatılan havuçla ilgileniyorlar.Havucu uzatanın amacı ile değil.
İngiliz idaresi Ada’dan ayrılırken, İngiltere,Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan görüşmeler sonucu geride Türk ve Rum toplumlarının kurduğu Kıbrıs Cumhuriyeti'ni bırakmıştı.Bir de Rumların Megalo İdea’sının Ada’daki uzantısı olan Enosis davasını. EOKA’nın siyasi lideri olan Makarios Kıbrıs Cumhurbaşkanı olmuş ama Enosis’den vazgeçmemişti. Nitekim 1963’de anlaşmalarla oluşturulan anayasayı Türklere bazı haklar verdiği için çiğnemiş Türkleri devletten kovmuştur.Türk toplumuna saldırılar düzenleyerek Ada’dan ayrılmaya zorlamıştır.
Ada’daki Rum -Yunan tarafının bir davası vardır.Bunlarla anlaşma imzalayarak barış olamayacağını bize bundan daha iyi anlatan bir olay yoktur.Yunanistan’ın ve Rumların bu güne kadar Türklere karşı düzenledikleri katliamları kişisel politikalarla açıklamaya çalışmanın da bir anlamı yoktur.Bütün bunlar bir ideale ulaşmak için yapılan işlerdir.Bu ideal bu gün de ortadadır.Fırsat ele geçtiği andan itibaren aynı şeyler tekrarlanacaktır. !963 den sonraki gelişmeleri de AKRİTAS planı diye açıklanan plan çerçevesinde incelemek lazımdır.21 Nisan 1966 tarihinde Kıbrıs Rum kesiminde yayınlanan Patris gazetesinde görev alan Rum liderlerin ismine varıncaya dek yayınlanan bu plana göre Türkler anı bir saldırı ile yok edilerek Ada Yunanistan'a bağlanacaktı.
Enosis’i gerçekleştirmek için Türk toplumuna yapılan saldırılar 1974’e kadar devam etmişti. EOKA cıların Enosis’i gerçekleştirmek için Makarios ‘a karşı yaptıkları darbe sonrasında ihtilalcilerin,Makarios taraftarı Rumlar ve Türk toplumuna yönelik saldırılarını durdurmak için Türkiye anlaşmaların kendine verdiği hakkı kullanarak önce diğer garantörlerle birlikte müdahale etmek istemiş,onlar kabul etmeyince de kendi müdahale etmiştir.
1974 ve sonrasına baktığımız zaman Türkiye’nin tarihi bir fırsat yakaladığını ve Ada’da çok sağlam bir durum elde ettiğini ve bu pozisyonu ile Ada’da günümüze kadar uzanan bir barış sağladığını görürüz. Bu süreç aynı zamanda Türkiye’nin ve Ada’daki Türk toplumunun uluslararası güçler tarafından cezalandırılmak istendiği, ambargolarla ekonomik olarak çökertildiği bir süreçtir.1974 de askeri olarak yenilen Rum-Yunan tarafı diplomatlarının ve politikacılarının çabası ile batının desteğini sağlamış ve durumu lehlerine çevirmişlerdi.
Kıbrıs konusunun yeni bir boyut kazanması yani Türkiye’nin iniş trendine geçmesi Yunanistan’ın 1980’de Nato’ya dönmesiyle başlar. 80 ihtilalinin ilk günlerinde emir ve komuta ile Nato’ya giren Yunanistan,Türkiye’nin elindeki tüm kozları hiçbir karşılık ödemeden almıştı.Bu süreç Yunanistan’ın 1981’de AT ye girmesi ve 1987’de müracaat eden Türkiye’nin 1990’da reddedilmesi ile gelişir.
Yunan tarafı asıl sıçramasını Kıbrıs meselesini AB ile Türkiye arasında bir sorun haline getirmekle yapmıştır.Kıbrıs AB’ye aday olmuş bu gün birliğe katılmak için müzakere sürecini tamamlamış durumdadır.Türkiye zararını yaşayarak gördüğümüz Gümrük Birliği uğruna Kıbrıs Rum kesiminin adaylığına göz yummuş ve Rumların bu avantajı elde etmelerine imkan sağlamıştır . Daha önce Yunanistan’la birlikte AT’ye girme şansını kullanmayan Cumhuriyet hükümetleri, bu şansı yakalamasına yarayacak Kıbrıs kozunu da bir hiç karşılık almadan vermiştir.
Türkiye'de hükümetler değişiyor ama her gelen hükümet , masaya bir şeyler almak için değil vermek için oturuyor. Verdiklerinin faturasını halka ve Türkiye'nin geleceğine ödetirken bir şey olmamış gibi davranarak sizce ne elde etmek istiyor olabilirler.Elinde koz olabilecek her şeyi hiçbir karşılık almadan veren,kalanları da vermeye razı,ama izlediği politikalar sonucunda AB’ye girmek için hem Yunanistan,hem de Kıbrıs Rum kesiminden onay alması gerektiği bir aşamaya geldiğinin farkında bile olmayan Türk tarafının elinde sadece Avrupa Birliğine girmek için aday adaylığı var.
Bu tabloda bir ideali olan Yunan-Rum tarafının karşısında, hiçbir ideali olmayan Türk tarafını görürüz.Türk hükümetlerinin en azından AB’ye girme gibi bir ideali olsaydı şimdiye kadar verdiklerinin karşılığında bir şeyler alabilirdi.Bu gün baktığımız zaman Türkiye'nin oturduğu masanın üzerinde Türkiye’nin alabileceği hiç bir şeyin olmadığını görmek için çok gayret sarf etmeye gerek yok.
Türkiye’nin Kıbrıs politikası da hatalar zinciri ile doludur.Eğer Türkiye’nin bu konuda bir ideali olsaydı Ada’nın Türkiye için stratejik önemi, hem Kıbrıs’taki hem de anavatandaki Türklerin zihnine hiçbir zaman silinmeyecek şekilde kazınır, gelen ve giden hükümetler konuya bu yönü ile yaklaşırdı.1980’den bu yana Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’nin elindeki Tüm kozları ve daha önce kazanılmış hakları hiçbir karşılık almadan, aksine Türkiye’yi yükümlülük altına sokarak teker teker karşı tarafa terk edemezdi.Bu süreçte özellikle 1995’den sonra akıl almaz hatalar yapılmış,muhalefette bunları eleştirenler birkaç ay sonra iktidara geldiğinde benzerlerini yapmaya devam etmişlerdir.
Sözlerimi yadırgayanlar olabilir.Onlara Kissinger’in hatıralarında yer alan Ecevit’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum. Ecevit 21 Temmuz 1974 tarihinde kendisini telefonla arayan Kissinger’e şunu söylemiştir “On yıldan beri Kıbrıs’ta Amerika’nın tavsiye ettiği politikaları uyguladık…şimdi inisiyatifi almış bulunuyoruz..”.Türkiye’de hükümetler sadece 1963-74 arasındaki on yılda değil günümüzde de Kıbrıs konusunda dışarıdan gelen tavsiyeler ile hareket ediyor.
Türkiye ve Kıbrıs’ta bugünlerde süren tartışmalar da bir yönü ile bu tavsiyeleri uygulatmak isteyenlerle bu tavsiyelerin Türkiye’ye hiçbir şey vermeden elindekileri alacağına inanan ve kendi inisiyatifimizi kullanalım diyenler arasında geçmektedir.
Bu ortamda çözümü sağlamak üzere ortaya bir Annan Planı gelmiştir.Annan Planı’nı sadece içeriği ile değerlendirmek yanlış olur.Bu planın öncesi de var.Özetlersek, Gali Fikirler dizisi var.Daha önce de Cuellar Planı vardı.Hepsinin kaderi aynı.Rum tarafı bir öneriyi red etmişse geçersiz sayılıyor.Herkes uzlaşmaz taraf diye Denktaş’ı suçluyor.Denktaş’ın “Rum tarafı Ada’ya gelen yardımları tek taraflı olarak tasarruf ediyor.Anlaşma olursa bunları bizimle paylaşmak zorunda kalacaklar.Bu nedenle anlaşmaya razı olmazlar.” şeklindeki feryatları duyulmadığı gibi bunları söyleyen Denktaş değilmiş gibi davranılıyor.
Annan Planı içeriği ile olduğu kadar zamanlaması ile de dikkati çekiyor.Plan önümüze konduğu günlerde Rauf Denktaş bir kalp ameliyatı geçirmiş,tedavisi sürüyor. Türkiye’de ise seçimler olmuş yepyeni bir parti iktidara gelmiş, iktidar el değiştiriyordu. Bizden istenen çok kısa bir sürede bu planı onaylamamız.Sonra da müzakere etmemiz.
Annan Planı’nın bir diğer boyutu da Rauf Denktaş’a yöneltilen saldırılar.Bunlar öyle boyutlara ulaştı,öyle sahneler yaşandı ki Rum kesiminde bile şaşkınlıkla karşılandı. İleride bu dönemin tarihini yazanlar planın bir parçası olarak bu gelişmeleri de kaydetmek zorunda kalacaklar.
Annan Planı’nın ilk dikkati çeken bir yönü de içermiş olduğu harita.Haritadaki sınır çizgilerinin stratejik noktalara mevzilenmiş Türk birliklerini ellerinde tuttukları hakim araziden mahkum araziye sürecek kıvrımlarla dolu olması ve Türklerin elindeki tarım arazileri ile su kaynaklarını Rum tarafına vermesi haritanın bölgede görev yapmış bir Yunanlı general tarafından çizilmiş olduğuna şüphe bırakmıyordu.
Türkiye’de ve KKTC’de bir grup planın bu şekilde tartışılmadan hemen imzalanması için bastırıp, Denktaş’a saldırmaya devam ederken plan iki kere revize edildi. Burada dikkati çeken husus , plan tartışılmadan hemen imzalansın diyenlerin arasında mesleği müzakerecilik olan diplomatların da olmasıdır.
Bütün bu gürültü arasında planı elde edip inceleme fırsatı bulmak biraz zaman aldı.Ama incelediğimiz zaman 1959 anlaşmasındaki eşit iki toplumun yerini iki parça devletin almış olduğu görülür.Bu husus planın içerdiği bir yenilik ,Türk tezlerine yakın, kabul edilebilir bir husus olarak karşımıza çıkıyor.Konuya bu açıdan olumlu yaklaşıyoruz.Fakat planın diğer sayfalarını okuduğumuz zaman Türk tarafının egemenlik hakkına dair tüm ifadelerin muğlak olduğunu,verildiği zannedilen bazı hakların aslında Türk toplumuna değil Ada'nın kuzeyinde plan uyarınca oluşacak yeni topluma verilmiş olduğunu görüyoruz.
Taslak metinde belirtilen zaman dilimleri içinde Türk tarafındaki parça devletin toplum yapısını değiştirecektir. Kuzeye yerleşecek Rumlar, başlangıçta Türklerin elinde olan parça devletteki ve Ortak devletteki siyasi temsilde, başlangıçta kurulduğu var sayılan dengeleri Rumların lehine bozacak ve Makarios’un 1963’de anayasayı değiştirip ve Türkleri hükümetten kovarak gerçekleştirmeye çalıştığı durumun ,bir başka deyişle azınlık hakları tanınmış bir Türk toplumunun kendiliğinden oluştuğunu göreceksiniz.
Aynı şekilde toprakların eski sahipleri ile ilgili maddeler dikkatle incelenip Ada’daki mevcut durum göz önüne alındığı zaman uygulama esnasında Türk kesiminde kalan toprakların çoğu el değiştirecek.Bazı topraklar yeni durumları kesinleşene kadar ortada kalacak.Bu konuda oluşacak dosyaların çözümü sisteminin en iyi şekilde işleyeceğini düşünsek bile uzun yıllar alacak ve Türk tarafındaki ekonomik hayat bu belirsizlikler yüzünden tamamen duracağı gibi oluşacak tazminatlar ödenemeyecek yeni sorunlar ortaya çıkacaktır.
Bir kısım toprakların elden çıkmasının ekonomiye vuracağı darbeye, köyleri Rum tarafında kaldığı için topraklarından ayrılıp göçmen durumuna düşenlerin problemlerini ilave edin.Rum malı olduğu için sahipleri kesinleşinceye kadar hiçbir işlem yapılamayan toprakların neden olduğu ekonomik kayıplara,üzerinde yaşanan topraklara sahip olmak için ödenmesi gereken paraları,tazminat talebi ile oluşacak ödemeleri ilave edin.Anlaşma gereği oluşacak bu yükü Türk toplumunun nasıl kaldıracağı ise cevap verilmesi gereken en önemli sorudur.
Anlaşmanın Türk toplumuna getireceği bir başka yük ise, Rum tarafının Yunanistan dışındaki ülkelere olan 6-7 milyar dolarlık borcuna Türk tarafını da ortak etmesi.Rum kesiminin eriştiği refahı örnek gösterip, ambargolar altında ezilmiş Türk toplumuna iyi bir gelecek temin ettiğini ileri sürdükleri Annan Planını müzakere etmeden imzalaması için Denktaş'ın aleyhinde gösteri yapanlar, Türk toplumunu , planın içerdiği diğer kazıkların yanında küçük kalan bu kazığın üzerine oturtmak için çalıştıklarının farkında bile değiller.
Annan Planı'nın başlatacağı süreçte topraklarına yerleşmek için geri dönmeye başlayan Rumların da yaratacağı problemleri küçümsememek lazım. Bu sorunların kavgasız çözüleceğini düşünmek tamamen safdillik olur. Rum tarafı kuzeye yerleşecek ilk grubun oldukça yüksek sayıda olması için planda değişiklik yapılmasını istemektedir. Bu da gelişmelerin başka bir istikamete sürükleneceğini düşünmemiz için yeterlidir.
Mevcut anlaşma taslağının,Ada’ nın Türkiye için stratejik önemini dikkate alarak, 1960 da varılan anlaşma ile Türkiye’ye tanınan hakları garanti altına almadığı da bir gerçektir.Kaldı ki Türkiye ada üzerindeki fiili durumdan ötürü göz ardı edilemeyecek bir avantaja sahiptir.Bir hiç karşılığı bunlardan vazgeçmesi söz konusu olamaz.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi :
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu : 6 34430 Eminönü – İSTANBUL
2- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
3- E- Posta : hayrettinnuhoglu@superonline.com
Not : Bu vesile ile Ramazan Bayramınızı tebrik eder esenlikler dileriz.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi :
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu : 6 34430 Eminönü – İSTANBUL
2- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
3- E- Posta : hayrettinnuhoglu@superonline.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ Merkez Heyeti:
Abdullah ÇİFTÇİ,Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr.Dilaver CEBECİ,Doç.Dr.Emin IŞIK,Hasan ALBAY,Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU,İbrahim OKUR,Kemal ATA,Mehmet GÖZAY,Özdemir ÖZSOY,Remzi YILMAZ,Sedat ÖZALTIN,Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
Değerli Arkadaşımız,
• Milli birlik ve bütünlüğümüzün, istiklalimizin ve milli menfaatlerimizin korunması,21. yüzyıla girerken Türk dış politikasının temel eksenlerinden ikisi Türk-ABD ve Türk-AB ilişkileridir.
• Komşu ve yakın çevremizdeki dengelerin korunması,
• Akdeniz’deki güvenliğimizin temel noktalarından biri olmakla birlikte asıl olarak,
Türk Milleti’nin direncinin ölçülmesi bakımından kırılma noktası kabul edilen Kıbrıs’taki hak ve menfaatlerimizin korunması,
• Uluslar arası yeni tehditlerin doğru algılanması ve terörün; ülkemizdeki faaliyetlerinin ve ülke dışındaki menfaatlerimize zarar vermelerinin önlenmesi,
• Milli kaynakların en iyi şekilde değerlendirilerek ekonomik gücün artırılması, şeklinde özetlenebilir.
1. “Türkiye’de artık ihtilal olmaz. Din özgürlüğü sonuna kadar sağlanır” diyenler,kırılacak” diyenler.
2. “Türkiye’ye artık şeriat gelmez” diyenler
3. “Türk Milliyetçiliği artık gelişemez, milli duygular körelecek ve milli direnç
• İktidar partisi, Ana muhalefet partisi ve diğer bir çok siyasi parti,AB sürecinde şu ana kadar verilen tavizler ve verilecek olanlar geleceğimizi nasıl etkileyecek? Endişe taşıyanlar haksız mıdırlar?
• Milli güvenlik kurulunda temsil edilen kuruluşların bazı yetkilileri,
• Hükümet,
• Tüsiad, Musiad ve büyük sermaye sahipleri,
• Para kaynakları bilinmeyen bazı sivil toplum kuruluşları,
• Büyük medya kuruluşları,
• Anayasa Mahkemesi, Danıştay v.s. gibi milli kuruluşların bazı yetkilileri,
• Bazı Müslüman cemaatler ve hoca efendiler,
• Fener Rum Patrikhanesi,
• Ermeni Patriği ve Süryani Patriği,
• Musevi cemaati,
• PKK ve Abdullah Öcalan,
• Hadep, Dehap, Demokratik Toplum Partisi,
• Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi,
• Bazı AB üyesi ülke liderleri,
• ABD yönetimi,
• Azınlık vakıflarına verilen haklar,Bunlar Devlet’imizin ve Millet’imizin arzu ve ihtiyaçlarından mı doğmuştur? 01.01.1996 tarihi itibariyle başlayan gümrük birliği bugüne kadar ne getirdi ne götürdü? Hesaplayabildik mi?
• Yabancılara toprak satışları,
• Okul kitaplarından milli ifadelerin çıkarılması,
• Zinanın suç olmaktan çıkarılması,
• Eşcinsellere birçok haklar tanınması,
• Batıl dinlerin de geçerli olduğunun kabul edilmesi,
• Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden neredeyse vazgeçilmek üzere,AB organlarının Türkiye’ye davranışı normal karşılanabilir mi?
• İşgal gücü gibi kabul edilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’tan çıkarılması istenmeyecek mi?
• Ermenistan sınırının açılmaması için direnebilecek miyiz?
• Ermeni soykırımının reddedilmesi adeta ayıplanır oldu,
• Patrik ekümenik gibi davranıyor ve öyle de algılanıyor,
• Ruhban okulunun açılması için engel kaldı mı?
• Ayasofya kilise olarak açılsın mı?
• Lozan tartışılmaya başlanmadı mı?
• Anayasamızda neredeyse hiç TÜRK kelimesi kalmasın demeye başladılar.
• Dini azınlıklara verilen haklar yeterli olmadı mı? Bu arada Türk ve Müslüman olan Aleviler azınlık olarak sayılıyor. Bazı Avrupa Birliği üyesi ülkelerde Alevi enstitüleri kurularak zoraki yeni bir din geliştirilmeye çalışılmaktadır. Farkında mıyız?
•“Fırat-Dicle sularının kullanımı uluslar arası olmalıdır” diyenlere tepkimiz oldu mu?
• Kürtçülere her türlü destek devam etmiyor mu?
• Verilen tavizler yetmiyormuş gibi Kürtçü partilerin doğrudan TBMM’nde temsil edilmesi için formül aranmaktadır.
• Hırant Dink ve Orhan Pamuk gibileri yargılamak bir yana, söylediklerini aynen kabul etmemiz istenmiyor mu?
• Diğer ülkelerin adaylıkları açıklandığında müzarekeler de başlamıştı.Türkiye’ye bu tavır niye ?
• Adaylıkları açıklanan ülkeler için Şengen vizesi geçerli olmuştu.
• Diğer ülkelere kalıcı kısıtlamalar getirilmedi.
• Hiçbir ülkeye yeni şartlar getirilmedi.
• İspanya – Portekiz ve Yunanistan gibi ülkeler AB fonları ile kalkındı.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
Bir takvim yılı daha sona ermiş bulunuyor. Bu münasebetle, TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ olarak, yıl boyunca gelişmelerini izlemekte olduğumuz bazı konuları sizlerle paylaşmak istedik.
Bizce, 2006 yılının en önemli konusu, Türkiye’de, milliyetçiliğin hızla yükselişidir. Söz konusu yükseliş eğilimi, kanaat önderlerinin çabasıyla ortaya çıkan aksiyoner bir gelişme değildir. Çok büyük ölçüde reaksiyoner bir gelişmedir. Çünkü, Avrupa Birliği müzakere sürecinde, Türkiye’nin ve Türklüğün uğradığı hakaretler, bölücülüğün önünü açan bitmek tükenmek bilmeyen talepler, silahlı kuvvetlerimizin güçsüzleştirilmesi istekleri, dinimize yönelik hakaretler, Kıbrıs’la ilgili haksız talepler, “Sözde Ermenî Soykırımı”na itiraz etmenin Avrupa’da yasalarla engellenmesi, milliyetçi duygu ve düşünceleri hızla tırmandırmıştır.
Oysa milliyetçilik, doğası gereği aksiyoner olması gereken bir düşüncedir. Kendimiz olmak, medeniyete kendimize özgü çözümlerle katkıda bulunmak, kendi tarzımızda hareket etmek , nedenlerden sonuçlara doğru akan hayatın zincirinde kopuk halkaya fırsat vermemek şeklinde ifade edilebilecek felsefî içeriğine sıkı sarılarak gelişmeliydi.
Tırmanan milliyetçiliğin aksiyoner olarak gelişememesinin bir sebebi de siyaset arenasında etkin temsil edilememesidir. Oysa Türk milliyetçiliğinin fikrî alt yapısı sağlamdır. Ne var ki, söz konusu alt yapı tozlu kütüphane raflarında sahiplenecek insanları beklemektedir. İşin ilginci, bu alandaki yeni çalışmalar dahi tozlu raflara gönderilmektedir. Ne kitapların, ne dergilerin itibar görmediği ortamda, düzenlenen etkinlikler de sönük geçmektedir.
Yükselen değer olan milliyetçiliğin rüzgarından istifade ile yükselmeye çalışan insanların sayısında da büyük artışlar görülmektedir. Başta anti-milliyetçi söylemlerle, küreselleşme edebiyatıyla, Avrupa Birliği yandaşı söylemlerle yola çıkan iktidar bile uçurtmasını milliyetçi rüzgarların önüne doğru sürmektedir. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere bazı partilerin genel başkanları, her gün milliyetçi duyguları okşayan demeçler vererek seçim ortamına ısınmaya çalışıyor. Büyük bir ihtimalle, seçimlerde listelerinde milliyetçi olarak tanınan simalara yer vereceklerdir.
Bize göre, halk tabanında milliyetçi duygular giderek koyulaşırken temsil düzleminde hak ettiği yeri alamamaktadır. Milliyetçilik yoz siyasetin oyuncağı olamaz. Böyle bir görüntünün ortaya çıkmasına fırsat verilmemelidir.
Türkiye’nin kaderine sahip çıkması gereken Türk Milliyetçileri “ Milli Kararlılık”, “ Milli Doğruluş” ve “ Milli Kucaklaşma” yı gerçekleştirmelidirler. Ateşle imtihandan geçen ülkemizi bugün yaşanan bunalımlardan çıkartacak siyasi güç, Türkiye sevdasıyla yanan, milliyetçilerdir. Türk Milleti ile kucaklaşacak bu inançlı kadrolar, ayağa kalkmalı ve kutlu yürüyüşe katılmalıdırlar.
Yıl boyunca takip ettiğimiz konulardan biri de uluslar arası siyaset arenasıdır.
Soğuk Savaşın sona ermesinden beri, ABD, dünyanın neresinde hangi sorunu çözeceğini söyleyerek hamle yaptıysa, orası kangren oldu. 2006 yılında meydana gelen olaylarda bu genel gözlemi yanlışlayamadı, tersine destekledi. Irak sorunu çözülecekti, tersine Irak’ta terör son haddine tırmandı, ABD askerleri, kışlasından başını bile uzatamıyor. Kararlı insanlar adeta, oklarıyla bombaları vuruyor. Bütün bunların üstüne bir de Lübnan eklendi. 2007 yılında, hem Irak’ın hem Lübnan’ın hem de Filistin’in tamamen yaşanmaz yerlere döneceğinden korkuyoruz. Böyle düşünüyoruz; çünkü, bu ülkelerin kaderi hâlâ İsrail’in ve ABD’nin elinde.
Bütün bunlar, dünyada bütün merkezler tarafından açıkça görülüyor. Herkes her şeyin farkında. Ne var ki, etkin olabilecek konumdaki ülkelerin hiçbiri, inisiyatif almaya niyetli görünmüyor. Kimse ilk adımı atmak istemediği için, dünya bir bütün altında kaosa doğru sürükleniyor.
Öyle ki, her şeyin yolunda gittiğinin sanıldığı bir gecenin sabahında, dünyanın her tarafında zincir reaksiyonlar başlayacak gibi görünüyor. Kim bilir, belki şiddetli bir yanardağ patlaması, belki Ebola virüsünden daha şiddetli ve daha hızlı yayılan bir virüs, belki sadece yeni bir finans krizi, belki etkin ülkelerden birinin maliye bakanının söylediği bir yalanın ortaya çıkması, belki büyük bir terör olayı, belki ABD’li komutanların elinde patlayan son teknoloji ürünü bir bomba, belki de petrolün yüz doların üstüne çıkması, küresel kargaşayı aniden tetikleyebilir. Böyle bir ortam için bütün nedenler mevcuttur. Nedenlerin keskin köşeli sonuçlar doğurması için eksik olan sadece bir vesiledir.
Bizim gözlemlerimize göre, küreselleşmenin bilim ve teknolojinin nimetlerini yoksullara taşıyacağı, insanlar ve ülkeler arasındaki uçurumları kapatacağı, rekabeti güçsüzler lehine güçlendireceği şeklindeki iddialar tam anlamıyla bir yalandır ve bu gerçek bizzat iddia sahipleri tarafından da bilinmektedir.
Bütün bu değerlendirmelerimizden dolayı, 2007 yılının insanlık açısından olumsuzluklara gebe olduğunu düşünüyoruz. Bize göre dünya, daha karmaşık günlere doğru yol alıyor. Yoksul ülkelerde göz ardı edilen olağanüstü olumsuzluklar, zengin ülkelere doğru taşınacak gibi duruyor.
Biz yine de, 2007 yılının olumsuzluklara değil de hayırlara vesile olmasını diliyor, siz değerli arkadaşlarımızın yeni yılını ve kurban bayramını kutluyoruz.
Saygılarımızla.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi :
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. No : 6 34430 Eminönü – İSTANBUL
2- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
3- E- Posta : hayrettinnuhoglu@superonline.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Değerli Arkadaşımız,
Son yazımızda 2006 yılının değerlendirmesini yapmış ve yükselen değer Milliyetçilik rüzgârının istismar edilebileceğine dikkat çekmiştik.
Küresel sistemle uyum içinde olma gayretiyle anti-milliyetçi söylem ve icraatları ile Avrupa Birliği isteklerini fazlasıyla yapanlar veya yapılanları yetersiz bulanlar seçimin çok yaklaştığı bu günlerde Milliyetçi olma ve Milliyetçi aday bulma yarışına girdiler.
“Ne Mutlu Türk’üm” duygusunu taşıyan Milliyetçi halk tabanı çok uyanık olmalıdır. Yoz siyasetin oyuncağı olmadığını göstererek böyle bir görüntünün ortaya çıkmasına fırsat vermemelidir.
Bir tarafta Küresel sistemle uyum içinde olanlar diğer tarafta Türk Milletinin istiklâli, Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğü, milli kaynakların sadece Türk milletinin refah ve mutluluğu için kullanılmasından yana olan Türk Milliyetçileri vardır. Seçim bu iki kesim arasındadır.
Ülkesini ve Milletini sevenler, Türk Milliyetçiliğinin aksiyoner olmasını ve siyaset ala-nında etkin hale gelmesini isteyenler kararlı bir şekilde ayağa kalkmalıdırlar. Unutmayalım bu gün yaşanan bütün sıkıntı ve bunalımlardan kurtulmanın tek yolu milliyetçi siyasi iradenin iktidar olmasıdır.
Seçimlerin Ülkemize, Milletimize hayırlı ve mutlu sonuçlar getirmesini temenni ediyoruz.
Saygılarımızla,
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
İRFAN Yayımcılık ve Tanıtım Ltd. Şti.
Klodfarer Cad. Sümer Apt. No:40/7 34400 Divanyolu İSTANBUL
Telefon : (0212) 518 38 66
Belgegeçer : (0212) 516 32 54
E - posta : irfanyay@gmail.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Türk Düşünce grubu 15 yıldan bu yana fikri çalışmalar yapmakta 7 yıldan beri de mektuplarla sizlere ulaşmaktadır. Geçen yıllar içinde Türk Milleti’nin ve Ülkemizin menfaatleri doğrultusunda kesintisiz, çizgiden ve ortaya konulan ilkelerden sapmadan çalıştık.
Yanlış yapılanları ikaz, doğru yapılanları teşvik eder tarzda kurum ve şahısları bilgilendirdik. Mektuplarla da sizlerle buluştuk. Gençler için hazırladığımız “ TÜRK DÜŞÜNCESİ” kitabı ile önemli bir ihtiyacı karşılamaya çalıştık. Kitap 8 ayda 9. baskısını yaptı. Maliyeti karşılamak için katkıda bulunanlara teşekkür ederiz. Yayınevlerinde ücretle satılmakta olanlardan temin edilebileceği gibi dernek, vakıf veya benzer kuruluşlara veya şahıslara ücretsiz olarak posta giderini teslimde ödemek şartıyla göndermekteyiz. Ayrıca merkez heyet üyelerimiz konferanslara gittiklerinde ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.
Ekte sunduğumuz yazı 2007 sonu itibarı ile en güncel konularla ilgilidir. Sizlerle paylaşmak istedik.
Bu vesileyle kurban bayramınızı kutlar, yeni yılda esenlikler dileriz.
Selam ve saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi:
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu: 6, 34430 Eminönü – İSTANBUL
2- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
3- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti:
--------------------------------------------------------------------------------
Abdullah ÇİFTÇİ, Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Dilaver CEBECİ, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
--------------------------------------------------------------------------------
Değerli arkadaşımız,
Gerek dış politikada, gerek meclis ve hükümet kanadında ve gerekse halkımızın sandık başında verdiği kararlarla gelecekte sık sık hatırlanacak olan bir yılı geride bıraktık. Yıl, bile bile yanlış bilgilendirme operasyonları sağanağı altında geçti.
Eve ayakkabılarını çıkartarak girenlerle alaya yeltenen, kameraları görünce ödüle layık görülmüş evlatları başörtüsü gerekçesiyle salondan attırarak ödülü tahkire çeviren, dinle diyanetle bir ilgisi olmadığı halde halkımıza durmadan diyanet öğreten bir takım insanlar ortaya çıktı ve halkın oylarını yönlendirdi. Bunlar sayesinde, iktidar, birbiri ardına yaptığı onca ağır hataya rağmen, seçimlerden güçlü olarak çıktı.
Türk kamuoyu üzerindeki operasyonların en önemlisi, Irak’ın ve özellikle ülkemize yakın kuzey bölgelerinin durumu ve geleceği ile ilgili yanıltma ve yönlendirme amaçlı medyatik operasyonlardır. Türkiye medyası bu tutumuyla, özellikle yabancı sermaye kökenli üç milyar dolarlık reklâm gelirleriyle ödüllendirilmiştir. Hayatında hiç müteahhitlik yapmadığı halde kuzey Irak’ta bir biri ardına ihale kazanan medya mensupları bile vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konuşlandığı bölgede her gün uçan Amerikan casus uçaklarının PKK hakkında bilgi topladığını ballandıra ballandıra söyleyen medya da aynı medyadır.
Türk kamuoyunda en trajikomik gündem maddesi, kendisi operasyon altında yoğrulurken Kandil Dağı’na operasyon tartışmasının ortaya çıkması oldu.
Operasyon altında operasyon, katmerli operasyon, operasyon soslu (esas operasyon fark edilmesin diye) operasyon; nasıl tanımlarsak tanımlayalım, 2007 yılından çıkarken politikaya egemen olan hava böyledir. Böyle bir ortamda, siyasi otoritenin kaçamak ve ürkek tavırlarına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çaba sarf etmesi asıl amaca ulaşmak için yeterli olabilecek mi?
İç içe operasyonlar durumu sebebiyle, Türk Düşünce Hareketi olarak bizler, dünyanın her tarafından doğru bilgi ve doğru habere erişmeye çalışıyoruz. Bu alanda epey yol kat ettik. Elimizdeki Büyük Güçler’in çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmemiş bilgilerin bazılarını sizlerle paylaşmayı uygun gördük. Üzeri kalın bir yalan tabakasıyla kaplanmış olan gerçekleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Iraklı Kürtlerin büyük çoğunluğu Barzani’nin bir lider değil İsrail ajanı olduğunu biliyorlar. Bu işi babasından miras aldığını ve bu sayede hızla zenginleştiğini söylüyorlar ve sayıları elliyi aşan diğer aşiretler karşısında servet yoluyla güç kazanmasını uzun zamandır endişe ile izlediklerini belirtiyorlar. Bu aşiretlerin önemli bir bölümü kendilerinin Oğuzlara dayandığını, Oğuzların bir boyu olduklarını söylüyorlar.
2- Irak’ın kuzey bölgelerinden Bağdat yakınlarına kadar olan bölgede yaşayan insanların büyük çoğunluğu Türkiye tarafından yönetilmek istediklerini söylüyorlar. Bu istek işgalci güçlerde ve işbirlikçilerinde çok büyük bir tedirginlik kaynağı oluşturuyor. Türkiye’nin Irak’ı işgal edebileceği şeklindeki iddianın esas kaynağı da Türkiye’nin tutumu değil, Iraklılarda yayılmakta olan arzu ve beklentilerdir.
3- Benzer fikirler Suriye’de Halep’ten Kamışlı’ya kadar olan sınır hattı boyunca yaşayan insanlarda da vardır. Kuzey Suriyeliler Nusayriler tarafından yönetilmek istemiyorlar.
4- Türkiye’ye sevgi ve saygı, hatta hayranlık İran’da da güçlüdür. Üstelik bu duygu, sadece Azerilerle sınırlı değildir. İran’da Türk televizyonlarını izlemek her geçen gün daha fazla yayılıyor. Bu sayede Türk lehçeleri arasındaki farklar da giderek kapanıyor.
5- Türkiye’nin doğu sınırlarını kuşatan bu sempati kuşağı AB-ABD yönetimlerinin en çok korktuğu gerçeklerdendir.
6- Söz konusu büyüyen sempatinin bir biçimde nefrete dönüştürülmesi, emperyalizmin planlarına dâhil edilmiştir.
7- Barzani’nin, sadece Kürt devletinin başkanı sıfatıyla değil, Iraklı Kürtlerin lideri olarak tanınması halinde bile aklı başında Kürt çoğunluk arasında kırgınlığa yol açacak gibi görünmektedir. Bu çevreler, ileride emperyalistler tarafından terk edileceklerini ve Birinci Dünya Savaşı’nda emperyalizmin emrine giren Ermenilerin durumuna düşeceklerinden korkmaktadırlar. Barzanilerin yığdıkları servetle kaçacaklarını geride kalanların ise çok ağır yaşama şartlarına düşeceğini düşünmektedirler.
8- İran’ın, Türk hava sahasının kullanılarak ağır bombardımana tutulmasına göz yumulması ülkemizi seven ve sayan Türkiye sempatizanlarının gönlünde derin yaralar açacaktır.
9- Türkmenler, Kerkük’te azınlık gibi gösterilmek istenmektedir. Oysa Türkmenler Irak’ın her tarafına dağılmıştır. Bu durum, Kerkük üzerinde elli yıl süren baskıların bir sonucudur. Türkmenler ya sürgün edilmiş ya da baskıdan kurtulmak adına kendi imkânlarıyla güneye göç etmişlerdir.
10- Kerkük dışında yaşayan Türkmenler, Türkiye’nin AB-ABD güçlerinin güdümünden ayrılmaması yüzünden Irak’taki Türkmen hakları için kendilerini yeteri kadar ortaya koymak istemiyorlar. Sahipsiz olduklarını, katliama uğradıkları takdirde, kimsenin kendilerine sahip çıkmayacağı endişesini taşıyorlar.
11- PKK, Türkiye’yi terör belasından kurtarmak için değil, Barzani’yi tekleştirmek ve meşrulaştırmak için baskı altına alınmıştır.
12- AB yetkili organları, Kürtlere özerklik, daha fazla demokrasi için yeni anayasa, kapsamlı af ve 301. maddenin kaldırılması gibi söylemlerle Türkiye’yi yoğun baskı altına almaya hazırlanmaktadır. Bu plan, son seçim tablosunun görülmesinden sonra hedefleri büyütülmüş bir plandır.
13- AB-ABD çevreleri fırsatı olabildiğince çabuk değerlendirmek istiyorlar. Çünkü Türkiye’de gerçek manâda geniş halk desteğini arkasına almış bir hükümet olmadığını, yoğun yönlendirme ve yanıltmalarla elde edilmiş geçici bir sonuçla karşı karşıya olduklarını en iyi onlar biliyorlar.
14- AB-ABD çevreleri, önümüzdeki 5–10 yılda Türkiye’yi, hedefsiz halk yığınlarının yan yana yaşadığı bir tüketim toplumuna indirgenmiş olarak düşlemektedirler.
15- Türkiye’de iktidarın önderlerinin AB-ABD çevrelerinin planlarının yürütülmesini kolaylaştıran fikirleri olduğu, geçmişte verdikleri demeçlerle, yazdıkları yazılarla somutlaşmış bir gerçektir. Geçmişte bu demeçleri olmasaydı, dış güçlerin desteğini alamazlardı.
Yukarıda maddeler halinde sıralamakla yetindiğimiz bilgi ve düşünceleri analiz etmenizi ve ülkemizi ilgilendiren iç ve dış bütün konularla birlikte çabalarınızı bu konular etrafında yoğunlaştırmanızı diliyoruz.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Bugünkü yazımız anayasa üzerine olacaktır. Aylarca konuşulmakta olan anayasa değişiklikleri veya yeni taslak, gündemi bu kadar çok meşgul etmemelidir. “ Toplum Sözleşmesi Belgesi” olması gereken anayasa elbette Cumhuriyetimizin temel nitelikleri, millî ve manevî değerlerimiz ile uyumlu olmalıdır.
Hukukun üstünlüğünün, insan şeref ve haysiyetinin, fikir, teşebbüs, din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak görülen demokrasi, sadece bir siyasî rejim değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olarak sosyal ve siyasî ilişkilerde, bütün kurum ve kuralları ile işletilmesi gerekmektedir.
Anayasalar, yıllık hatta son zamanlarda olduğu gibi aylık değiştirilen belgeler değildirler. Birilerinin beğenmediği veya uluslar arası bazı güçler istediği için anayasalar veya yasalar değiştirilmeye kalkılmamalıdır. Ülkemizdeki esas sorun yasalarda değil, yasaların uygulanamamasında aranmalıdır.
Buna rağmen eğer yeni bir anayasa hazırlanacaksa biz Türk milliyetçilerinin de elbette görüşleri vardır. Amacımız anayasa teklifi sunmak değildir. Düşüncelerimiz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın hangi temellere oturtulması gerektiğini ortaya koymaktan ibarettir.
Bu vesileyle Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlar, selam ve saygılarımızı sunarız.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi:
1- Süleymaniye, Şifahane Sok. No: 6, 34430 Eminönü – İSTANBUL
2- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
3- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti:
--------------------------------------------------------------------------------
Abdullah ÇİFTÇİ, Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Dilaver CEBECİ, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
Değerli arkadaşımız,
Türk Milleti binlerce yıllık geçmişi ile tarihin en eski milletlerinden biridir. Bu tarih zaferlerle dolu ve çilelerle örülü bir sürece sahiptir. Zaman zaman sıkıntılı dönemler geçiren Türk Milleti her seferinde bunların üstesinden gelmesini de bilmiştir.
Üç kıtaya hükmettiğimiz dönemlerde kutsal olduğuna inandığımız değerlerimiz vardı. Devletimiz bu kutsal değerler üzerinde bina edilmişti. Bu değerler halk ile yöneticiler arasında dayanışmayı sağlıyordu. Türk insanına bu durum moral gücü veriyordu. Bu morale “Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi” adı verilir.
Son iki yüz sene Türk Milleti için sıkıntılı dönemler olmuştur. Özellikle Tanzimat’la başlayan dönem Batı karşısında teslimiyetçi bir zihniyetin oluşmasına sebep olmuştur. Dünkü düşmanın sanki bir anda can dostu ve can simidi olduğuna kendimizi inandırmaya çalıştık. Onlardan hep akıl ve yardım bekler olduk.
Oysa hiçbir millet başka milletlerin himayesinde kurulmuş veya kurtarılmış değildir. Himayeler mandaya, mandacılık da ya sömürüye veya yok olmaya götürür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti en zor şartlarda Türk Milleti’nin kanı ve canı pahasına kurduğu bir devlettir. Bu devlet Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milleti’nin yüreklerinin aynı duygularla çarpması ve aynı direnmeyi göstermesinin bir tezahürüdür. Onun için bu devlet milli devlettir.
Bir devlet millî irade ve millî kültür üzerine kurulu ise millî devlettir. Millî devlet kendisini kuran milletin tarihine, coğrafyasına, kültürüne ve kaderine sadakat gösteren devlettir. Bu onun için var olma şartıdır. O bir kubbedir, onun kubbesi altında temsil ettiği milleti hayat bulur.
Millî kültür ve değerlerin yol göstericiliğine kulaklarını tıkayan, gözlerini kapayan yöneticiler milletten koparlar ve millete yabancılaşırlar. Mesele bununla da kalmaz bizzat devletin kurumları arasında zıtlaşma ve çatışmalar baş gösterir. Devlet otoritesi zaafa uğrar. Devlet kurumlarına ve gruplarına söz geçiremez olur. Devleti içten kemiren açık veya gizli örgütler doğar. Halk bu örgütlerin insafına kalır.
Millet devletle temsil edilir. Devlet ise yasalarla otoriteyi sağlar. Anayasa veya yasalar milleti meydana getiren fertler arasında uyulmasına ortaklaşa karar verdikleri kurallardır. Bu kurallara işlerlik kazandırmak da devletin görevidir. Ancak üyelerin uyma davranışı gösterebilmesi için yasa kuralları açık ve net olmalıdır. Herkes bu kurallardan aynı şeyi anlamalı ve aynı uyma davranışını göstermelidir.
İlkeler, kurallar, yasalar, tarihin ilk safhalarından beri toplumların vazgeçilmez özellikleri olmuştur. Medeni toplumlar yazılı hukukla ifade edilirler. Anayasa dediğimiz ana kanunlara da muhtaçtırlar. Ancak şunu belirtmeliyiz ki toplumun değerlerine, inanç sistemine, tarihine, kimlik bilincine mal edilmemiş, bunlar tarafından benimsenmemiş bir formül, bir kural, anayasa veya yasalarda bulunsa bile, bir şey ifade etmezler. Uygulansa dahi sunidir ve geçicidir. Hele millet bilinciyle ve millî değerlerle çatışan, çelişen maddelerin anayasa veya yasalarda bulunuşu anlamsızdır; hatta zararlıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda titizlikle bulunması gereken hususları şöyle özetleyebiliriz:
· Mevcut Anayasanın ilk dört maddesi başlangıç kısmıyla birlikte değiştirilmeden aynen muhafaza edilmelidir.
· Anayasa “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti’nindir” şeklinde düzenlenerek devletin Türk Milleti’nin devleti olduğu net olarak ifade edilmelidir.
· Parlamenter sistemin aksayan yanları düzeltilerek muhafaza edilmelidir.
· Cumhurbaşkanından başlayarak devletin üst kademe görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları açık şekilde belirtilmelidir. Kamu görevlilerinin görev yetki ve sorumlulukları, kanun ve yönetmeliklere bırakılmalıdır.
· Eğitim, ilmî ve millî esaslara göre düzenlenmelidir. Yabancı dil küçük yaşlarda başlayan eğitime tahsis edilmemeli, belirli alan ve ihtiyaçlara göre bu dillerin öğrenilmesine imkân verecek şekilde düzenleme yapılmalıdır. Halkın tamamına veya hiç ihtiyaç duymayacak kişilere yabancı dil öğretmek, millî kültürün, millî kimliğin zarar görmesine, evrensel dil yutturmacalarıyla emperyalizmlerin tuzağına düşülmesine yol açar. Eşya, imal edilmiş mallar, iş yerleri ve benzeri yerlerin yabancı dille ifade edilmesi anayasada önlenmelidir.
· Türk millî kültürü, Türk millî kimliği açıkça ifade edilmeli eğlencenin, sanatın, basın yayının, millî ve ahlakî çizgide olması gerektiği belirtilmelidir.
· Ferdi hak ve özgürlükler, toplumun hak ve özgürlüğü ile dengeli şekilde ifade edilmeli, bu durum açık şekilde belirtilmelidir. İdeolojik hayaller ve sapık bazı felsefeler uğruna, hak ve özgürlüğün geleceğimizi tehlikeye sokacak yollarda kullanılmasına imkân verilmemelidir.
· İdam cezası tekrar konmalıdır.
· Kurum-toplum dengesi de anayasada korunmalı, düzenlenmelidir. Kurumların “oligarşik” güç haline gelmesi önlenmelidir.
· Fert toplum dengesi, iktisadî alanda da korunmalıdır. Kuralları olan “Serbest Piyasa Ekonomisi” temel teşkil edecek şekilde sosyal devlet ilkesi esas alınmalıdır. Yabancılara arazi, arsa, iktisadî ve ticarî kuruluşların ve yeraltı kaynaklarının satışı önlenmeli, kullanım hakları millî menfaatlere göre düzenlenmelidir. Mütekabiliyet esası gerçekçi olmalı, istismar edilmemelidir. Vergilerin temel ilkeleri anayasada belirtilmeli, vergiye önem verici vurgular yapılmalıdır.
· Dinî inanç, ibadet ve eğitim özgürlüğü, anayasada teminat altına alınmalıdır. Tarihi ve kültürel bilgi şeklinde din bilgisi, genel ve mecburi olmalı, uygulamaya yönelik eğitim ve derinleşme isteğe bağlı olmalıdır.
Türk devleti, din eğitimi ve öğretiminde ana ekseni muhafaza etmelidir. Türkiye’de “hangi din”, “hangi inanç” sorusu, hiçbir zaman akla gelmemesi gereken bir konudur. İhmalle veya kendi haline bırakmakla inanç alanı kaybolmaz; küresel güçlerin istekleri doğrultusunda hareket eden cemaatler, gruplar, farklı örgütler halinde karşımıza çıkarlar. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk örnek alınarak söz ve fikirleri, yaptıkları, yapmak istediklerine uygun olarak hareket edilmelidir.
Laikliğin açık tanımı yapılmalı ve toplumun dinsizleştirme aracı olarak kullanılması önlenmelidir. Dini inanç ve değerlerin, idarî, siyasî hukukî alana müdahalesi veya bunların dini inanç ve değerlere müdahalesi önlenmelidir. Din istismarı, yani inanç ve dinî değerlerin nüfuz sağlamasına hizmet ettirilmesi önlenmelidir.
· Ailenin maddî ve manevî korunması ve desteklenmesi anayasal teminat altına alınmalıdır. Kadınlar ve çocuklar devletçe korunmalıdır.
· Dış Türklerle ilişki, yakınlaşma ve bütünleşmeler başta üniversiteler olmak üzere kurum ve kuruluşlara görev olarak verilmelidir.
· Hukuki usullerin tespiti, mahkeme çeşitleri ve muhakeme şekilleri, bunların bağımsızlığı, yetkileri, anayasada yer almalıdır. Ayrıntılar anayasada değil yasalarda ifadesini bulmalıdır.
Küresel güçlerin kirli emellerine dur demek, Türk Milleti’nin ilelebet hür ve mutlu yaşamasını sağlamak, Dünya Türkleri’nin de bulundukları coğrafyada hür ve mutlu olarak yaşayabilmelerine destek olmak ve sömürülen diğer toplumlara yardım etmek kısaca Dünya’nın dengesinin korunması için her alanda çok güçlü olmak gerekir. Bunun da ilk şartı millî birlik ve bütünlüğü sağlamak ve korumaktır. Gelecek endişesini ortadan kaldırmak, huzur ve güven ortamını oluşturmaktır. Anayasanın görevi bu olmalıdır.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Mayıs ayının sonu Cuma günü (30.05.2008), Türk Düşünce Hareketi’nin temel taşlarından biri, merkez heyeti üyemiz, can dostumuz, sevgili Dilâver CEBECİ’yi, ebediyete uğurladık. O, yazdıkları ve yaşadıklarıyla, zaten ebedîliği hak etmiş ve ebedî olmuştu. Rahmetle anılmasına vesile olur ümidiyle, onunla ilgili düşünce ve duygularımızı sizinle paylaşmak istedik.
Dilâver Cebeci, yüreği sevgi ve şiir dolu bir insandı. Daha doğrusu, yüreğindeki millet ve vatan sevgisi, onun dilinden şiir halinde taşıp dökülüyordu. O, aşkını, şiir diliyle sunan, gerçek anlamda bir millî şairimiz, vatanın bağrında dal budak salmış bir ulu çınarımızdı.
Kelkit’in “ Deliler” köyünde (1943) doğmuştu. Bu köy, Selçuklu’nun ilk fetih yıllarında, delice savaşan akıncılar tarafından kurulmuş çok eski bir Türk köyüydü ve o yüzden bu adı taşıyordu. Annesinin köyü de “ Melişan” köyüydü. Dedesi Selim Hoca, yörede, tanınan ve sevilen bir din âlimi idi.
Dilâver Hoca, Ankara Ü. İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aydın’da ve İstanbul’da öğretmenlik yaptı. İstanbul Ü.İktisat Fakültesi’nde, “Toplumda Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme” konusunda doktora yaptı. Marmara Üniversitesi öğretim üyeliğinden emekli oldu.
İnsanoğlu öğrenmek ve bilmek için yaratılmıştır. Dilâver de ne ilimden vazgeçebiliyordu ne şiirden. Her şeyi bilmek, her bildiğini de şiire dökmek istiyordu. O, sanki şiir yazmak için yaratılmıştı. Gönlünü şiire vermiş, ömrünü şiire adamıştı. Onun için şiir, hava ve su kadar, aş ve ekmek kadar önemliydi, belki daha da değerliydi. Şiirle yatar, şiirle kalkardı. Ben bugün şiir adına “ne diyeceğim” diye düşünürdü… Çoğunuzun bildiği gibi, çok güzel şiirleri vardı. Yazdığı şiirler, türkü olmuş, dillerde dolaşıyordu.
Milletinin sadece din, dil, vatan ve bayrak gibi kutsal değerlerini değil, çok önemsiz gibi görünen sıradan güzelliklerini de uğrunda ölmeye değer buluyordu. Yaylalarda ata binen yi-ğitlerin bozkurt gibi bakışlarını, köylü kızlarının mavi boncuk takışlarını, kilimlerin, heybelerin çizgi çizgi nakışlarını da ölesiye seviyordu. Milletinin alın terini, göz nurunu, el emeğini yansıtan her şey, onu yakından ilgilendiriyor, duygulandırıyor ve coşturuyordu: “ Neyleyim yurt için akmayan kanı!” diyordu.
Hiçbir zaman yazdıklarını yeterli bulmuyordu, yazmak istediği, kafasının içinde yazmayı tasarladığı daha yüzlerce konu vardı. Nesir yazılarında da fikrî ve edebî güzellik vardı. Yaşayan Türkçeyi ustalıkla kullandı. Unutulmuş pek çok öz Türkçe kelimeyi şiirlerinde ve nesir yazılarında kullanarak da dilimize hizmet etmiştir. Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi üslubuyla yazdıkları, Türk edebiyatına zenginlik katmıştır. Tarih düşürmenin de ustasıydı.
O, gerçek anlamda bir millî şairdi. Mehmet Âkif gibi, Yahya Kemâl, Ârif Nihat Asya ve Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu gibi, hep milletinin kaderiyle ilgili temel meselelerle ilgilendi. Milletinin derdini, kendine dert edindi. Türklük için ağladı, Türklük için güldü: “ Bayram Ağıtı” adlı şiirine şu önsözle başlamıştı. “ Bu 30 Ağustos Zafer Bayramı gününde coşup çağladığım Edirnekapı şehitliğine varıp şüheda huzurunda el bağladığım, Mehmetçik denilen fidanların acısıyla yüreğimi dağladığım ve kabir taşlarına bakıp bakıp ağladığımdır”.
Türk’ün yüce hasletlerini, kutsal değerlerini dile getiren şiirler yazdı. Dilâver Cebeci, bir şâirin, “ millî şair” diye anılması için gereken ne kadar özellik varsa, hepsine sahipti. Milletinin kültürüne ve kutsal değerlerine sadece saygılı değildi, aynı zamanda gönülden bağlıydı. Hastalığı sırasında bile beş vakit namazını hiç aksatmadan eda etti. Ağır bir beyin kanaması geçirmiş, aylarca yoğun bakımda tedavi görmüş, âdeta ölümün eşiğinden dönmüştü. Konuşma yeteneğini büyük ölçüde kaybetmişti. Bilinci yerindeydi; ama kelimeleri bulmakta zorluk çekiyordu. Bununla beraber, içindeki şiir dolu hazinenin farkındaydı. Hastalığından çok o hazi-neyi dile getiremediğine yanıyordu: Eskisi gibi şiir yazamadığı, şiirden uzak kaldığı için acı çekiyordu. “Şiir yazamadıktan sonra, ha yaşamışsın, ha ölmüşsün, fark etmez” diyordu.
Onun için şiir, gerçekten de hayat demekti.
Şiirin rûhu, şâirin gönlündeki duygudur. O rûhtan mahrum olan ölü söz, vezin ve kafiye bakımından çok mükemmel de olsa, yine de şiir değildir. Gerçi şiir, kelimelerin belli bir düzen içinde uygun adımla yürümesidir. Ancak bir sözün şiir olabilmesi, yine de yüklendiği anlam ve duyguya bağlıdır. Şiir sadece yazanın değil, okuyanın da yüreğini hoplatan kudretli ve etkili sözdür. Şiir yanan bir yürekten sıçrayan bir kıvılcım, onu duyanın yüreğine düşen bir yıldırımdır. Şâir, kendisine ait kişisel bir duyguyu dile getirmiş olabilir. Eğer o duyguyu pay-laşanlar varsa, o zaman, şiir, diyen kadar duyanı da etkiler.
Hayatınız boyunca unutamadığınız, dilinizden düşürmediğiniz mısralar olmuştur. Düşüncelerinizi bazen bu mısralarla anlatırsınız. O zaman insanlar ne dediğinizi hem kulaklarıyla hem de yürekleriyle duyarlar ve anlarlar.
Bir şiirde rastlarsanız böyle güzel sözlere
“ Sakın kolay kolay girme elime
Arayı arayı bulayım seni.”
Dersiniz ki bunu yazan bir “düşünür” aynı zamanda bir dava adamı.
Açarsınız kitabın sayfalarını, okursunuz.
“ O anda tâ sidrede yıldızlar yanıyordu,
Zühre Hârut’tan emin, Bâbil’e iniyordu. ”
Bunu yazan kişi nasıl irfan sahibi ki “Sidret-ül-münteha” kavramını böyle kolay anlatabiliyor diye hayranlık duyarsınız. “Zühre kimdir nasıl bir varlıktır, Babil’e niye inmiş, sonra da oradan gökyüzüne sürgüne mi gönderilmiş, Hârut Zühre‘ye niye musallat olmuş, arkadaşı Mârut ile ne sebeple Bâbil’de mahkûm olmuş?” diye düşünürsünüz.
“Mavi Türkü” kitabında Sûr başlıklı bir yazı görürsünüz. Birkaç cümle okuyup şaşarsınız.
“Sûr bir ulaktır. Yerin ve göğün öfkesini bildirir. Sûr, üstünüze örtülecek karanlığın ulağıdır.
Ve sonra, Sûr, bir başka topluluğun gözlerini parlatan muştudur; siz bilemezsiniz.”
Dersiniz ki “ Olgun bir yazar. Neler duyuyor ki bize bunları söylüyor?”
Açarsınız yine şiir kitaplarını…
“ İstediğin o seccadeyi hemen gönderiyorum
Üstünde kâbe resmi ve anamın duaları var”
diye bir beyit görüp duygulanırsınız. Anlarsınız ki bir mahkûm kardeşe, bir dosta yazılmış.
Bir başka yerde,
“ Kolların boynumdaydı, yüzün yüzüme değiyordu
Bir yasak ağacın gölgesindeydik ikimiz
Olgun şiirler dalları yere eğiyordu”
diye okuyup dalar gidersiniz hayallere…
“ En eski gemiler gönlümde pupa yelken,
Umulmadık bir yönden birgün çıkar gelirim.”
diye şairle beraber coşarsınız.
Eğer gözlerin ne mana taşıdığını, neler söylediğini anlayabiliyorsanız:
“ Göz kırpmadan çağlar boyu seyretsem,
Bir uçsuz bucaksız umman gözlerin.”
diyerek duygulanırsınız.
Gerçek bir sevginin esiri olup o hicranı yaşamışsanız,
“ Bir gün bir sokakta sana rastlasam
Gözlerim üstüne çakılıp kalsa
…….
Rûhum rûhun ile kucaklaşırken
Bedenim orada yıkılıp kalsa”
dersiniz.
Güzelliklere âşık bir kişiyseniz,
“ Yanakta gamzesi sevda çukuru
Görkemi ülkerce hem yüzü güzel”
diyerek neşelenirsiniz.
Sevdanızın sonu olmadığını gördüğünüzde,
“ Bu aşk can evimde kaldı da yarım,
Hâlâ o iklimden sesler duyarım.
Kim bilir belki de sana doyarım,
Topraklar yağmura doyduğu zaman.”
diye hüzünlenirsiniz. İşte benim şairim dersiniz.
O bir “ düşünen adam” idi.
O bir kültürlü kişi idi.
İyi bir yazar idi.
Büyük bir şair idi.
Değerli Arkadaşımız,
Dilâver Hoca, böyle, birkaç satıra sığacak biri değil. Biz, bir vefa borcu olarak, bunları yazıyoruz. Türk’ün diline, dinine, tarihine ve millî değerlerine küstahça saldırıların yapıldığı böyle bir dönemde, Dilâver gibi yiğitlerin kaybına üzülmemek mümkün değildir. Temennimiz unutulmaması, eğitim, kültür ve sanat faaliyetlerinde hak ettiği yeri almasıdır.
Yüce Allah’tan kendisine rahmet, sizlere ve bütün Türk dünyasına baş sağlığı diliyoruz. Makamı cennet olsun, nur içinde yatsın!
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
2008 sonbaharına, içeride ve dışarıda, her biri üzerinde ayrı ayrı durulması gereken çok önemli bazı olaylar ve geleceğe ışık tutacak birtakım gelişmelerle girdik.
Rus ordusunun Gürcistan’a girmesi, ABD kökenli bir küresel malî krizin ortaya çıkması ve yayılmaya başlaması, Afrika kökenli OBAMA’nın ABD başkanlık seçimlerinde öne çıkması gibi olaylar, üzerinde dikkatle durulması gereken dış gelişmelerdir.
İçeride ise, iktidarın merkezini kuşatan bir hırsızlık olayının Almanya’da tüm kanıtlarıyla birlikte ortaya çıkarılarak mahkûm edilmesi ve olayın Türkiye’deki uzantıları ile çetenin gerçek liderleri hakkında Alman hâkimin basın önünde yaptığı açıklamalar, ülkemizde hukukun pervasızca siyasallaştırılması ve terör eylemlerinin tırmanması, üzerinde ayrı ayrı durulması gereken olaylardır.
Olayların içyüzünü anlamaya doğru attığımız her adımda karşımıza şu gerçekler çıkmaktadır: “Kökü dışarıda” güçlerin, halkımızı yönlendirmek, sindirmek, bezdirmek, yanıltmak, bile bile yanlış bilgilendirmek amacıyla ülkemizde örgütlendiği, uzun yıllardır olağanüstü bir gayretin içinde olduğu zaten biliniyordu. Bugün görüyoruz ki, “dışardan da beslenen cemaatler” aynı mekanizmayı oluşturmuşlar. Hatta yine görmekteyiz ki dış mihrakların geleneksel hedeflerini benimsemişler ve onların yükünü hafifletmeyi kendilerine iş edinmişler. Hedef yine aynı: Türk Milleti’nin geleceği ve Türkiye’mizin savunma mekanizmaları.
Son zamanlarda açıkça görüldüğü gibi, amacı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak olan yazılı basın organları oluşturulmuş, mevcutlar da beslenmiştir. Buralarda, marksist, anarşist, kozmopolitist, enternasyonalist kafa yapısındaki bazı kimseler, “vatansız dindarlık” aşısı yapmaya çalışan “cemaatçi” çevrelerin önünde perde oluşturmaktadırlar. Buralarda yayınlanan sözde haber, yorum ve değerlendirmeler, ertesi gün, gün boyu cemaatçi görsel basında, tarafsız haber maskesi arkasında yayınlanmaktadır. Bu çevrelerin zihnimize yerleştirmeye çalıştığı yalanların başında, bölücü terörün suçunu TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’ne yüklemek gelmektedir.
Gazete okumak ve TV seyretmekten başka etkili bir haber alma kaynağı olmayan Türk kamuoyu, bu önemli eksiklik yüzünden büyük tehdit altındadır. Bir şey yapılamadığı takdirde, yalancının mumu, maalesef yatsıdan sonra da yanmaya devam edebilir. Edebilir çünkü eli yüzü düzgün, okumuş kişiler tarafından albenisi olan ortamlarda sunulan yalanlar dindarlıkla ambalajlanmaktadır.
Söz konusu çevreler, dinimizi özgürce yaşamamızı sağlayacak bir ortam için çalıştıklarını söylemelerine rağmen, dinimizin geleneksel düşmanlarıyla işbirliği içerisinde hareket etmektedirler. Hatta öyle ki düşmanlarımızın sürdürdüğü işlere ortak çıkmışlar, onlarla paralel çabalara girmişlerdir.
Sözde dindar, hırsızlığı vatandaşın zekâtına göz koyma boyutuna vardıran bu çevrelerin düşmanlarımızla ne derece paralelliğe girdiklerine dair örneklerden biri Gürcistan olaylarıdır. Bilindiği gibi, ya da olaylar dolayısıyla anlaşıldığı gibi, Saakashvili iktidarının arkasındaki destekçilerden biri Türkiye’dir. Bir Amerikan gazetesinden öğrendiğimize göre, meğer Sorosçu Saakashvili, Gürcistan’da tamamı çifte pasaportlu kişilerden oluşan bir hükümet kurmuş. Yine bu günlerde sürdürülen tartışmalardan anlaşıldı ki misyoner Saakashvili’nin birinci dereceden görevi bölgeyi Hıristiyanlaştırmak ve bir “Gürcü Ulusu” oluşturmaktır. Ülkedeki Müslüman bir geçmişi olan, fakat komünist dönemde dinsizleştirilmiş, şeklen Müslüman kalmış unsurları Hıristiyanlaştırmak, Gürcistan yönetiminin bu yoldaki en önemli çabalarını teşkil etmektedir. Bu amaçla, bu kaynaktan devşirilenlerin kitle halinde vaftiz edildiği törenler düzenledikleri, bölgeye giden işadamları tarafından bize bildirilmiştir.
Uzun zamandır biliyoruz ki Gürcistan, Küresel Güçlerin Karadeniz üzerinden doğrudan sarkmaya çalıştığı bir ülkedir. Bu sayede Rusya’yı güneyinden ve Türkiye’yi doğusundan kuşatmaya çalışmaktadırlar. Bu aşamada, sanki Türkiye’yi kuşatma amacı taşımıyorlarmış gibi, Rusya’yı geriletme, Kafkasya’yı özgürleştirme maskesi altında Türkiye’ye taşeron görevi verildiği ve hükümetin de kendine biçilen bu rolü yadırgamadığı anlaşılmaktadır. Oysa bu planın bir sonraki aşamasında, Ermenistan’ı da devreye sokmak istedikleri bilinmektedir. Türkiye’nin bu stratejik planlara uymaya çalışması kabul edilebilir bir şey değildir ve durumun iyi niyetli bir açıklaması mümkün görülmemektedir.
Türkiye’nin AB müzakereleriyle ilgili olarak hazırlanan “2008 Ulusal Program Taslağı”nın 403. sayfasında yer alan 31. fasılda “Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları” başlığı altında şöyle denilmektedir:
“Türkiye, Uluslararası örgütler içindeki tutumunu ve üçüncü ülkelere yönelik siyasetini mümkün olan ölçüde AB’nin tutum ve siyasetiyle uyumlu hale getirmektedir...”
Eğer aklınızdan bunun siyaseten metne sokulmuş bir cümle olduğu, böyle bir şeyin olamayacağı geçiyorsa, o takdirde ikinci bir örnek üzerinde durmamız gerekiyor.
Aynı bağlamda ikinci örnek, Türkiye’nin Barzani-Talabani sözde devletine sürdürdüğü destektir. On yedi vatan evladının şehit edildiği Aktütün (2008 Ekim) saldırısından birkaç saat sonra Türkiye televizyonlarında yer alan, güya eşkıya devletten gelen demeçlerde, terörü lanetledikleri, yaramızı paylaştıkları şeklindeki ifadeler herkesin dikkatini çekmiş olmalı. Çünkü malum medya organları bu haberleri her saat başı yayınladı. Talabani olaydan hemen sonra demecini kime verdi? TRT’ye mi? Türk gazetecilerine mi? Yoksa söz konusu demeç, terör olayı gerçekleştirildikten hemen sonra devreye sokulması planlanmış bir paket yanıltma programının parçası mıydı? Böyle operasyonlara Türkiye’de kimler aracılık ediyor? Bizim için önemli olan, bu gibi yanıltma amaçlı yönlendirmelerin Türkiye’de, medya marifetiyle kolayca icra ediliyor olmasıdır. “Haber görünümlü propaganda”, son zamanlarda “tarafsız haber” kavramını kovarak, onun yerine oturdu.
Söz konusu “cemaatçi” çevrelerin icraatlarından biri de terördeki tırmanışın nedenlerinin başına Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yerleştirme çabalarıdır. Bu yalandır, hatta kuyruklu yalandır. Çünkü terörün yıllar sonra tekrar tırmanış eğilimi yakalaması, AB müzakerelerinin bir siyaset olmaktan çıkarılarak bir ideoloji haline getirilmesinin yol açtığı cesaretlendirici ortam yüzündendir. Terörün ve her çeşit bölücü faaliyetlerin belinin büyük ölçüde kırıldığı bir ortamda, bölücü mihraklara yeniden umut aşılanmıştır. Dolayısıyla, söz konusu tırmanış iktidarın politikalarıyla doğrudan ilgilidir. Mütareke basını bu gerçeğin üzerini örtmeyi kendine birinci dereceden görev bilmektedir.
Açık bir gerçek olarak şunu iyi anlamalıyız ki Türkiye’de iktidar, iktidarını korumak ve kollamak için hangi dış güçlerden destek umuyorsa, bölücü terör de aynı güçlerden destek ummaktadır. Bu gerçeği dile getirmek yerine üstünü örtmek, evlatlarımızın birbiri ardına şehit düştüğü bu günlerde bir politikacı-aydın-medya utanmazlığıdır.
Arkadaşlarımız, televizyon haberlerini izlerken, kurulan cümlelerin satır aralarına, öne çıkarılan hususlara ve üzeri örtülen ya da görmezden gelinen konulara karşı özel bir dikkat sarf etmelidir. Çünkü Türk kamuoyunun medya yönlendirmelerinden kurtarılabilmesi için vatansever herkesin çabasına şiddetle ihtiyaç vardır.
Bir husususun daha altını çizmeden geçemeyeceğiz:
İki taraflı oynayan birtakım kişiler, doğrudan yana bir görünüm vermek adına, her şeyin devletin denetimi altında olduğunu söylemektedir. Bu çeşit, “önemli adam”, “derinlerden haber getiren adam” pozu takınılarak sarf edilen sözler, kendi ikiyüzlü tavırlarını aklamaktan başka bir işe yaramadığı gibi, muhalefeti güçsüz düşürmektedir. Kendi çıkarı gereği, gerektiğinde iki taraftan birine sıvışabilecek kavşak noktasında duran bu gibi kişiliksizlerin dalaverelerini teşhir etmeliyiz. Bu tiplere dikkat edelim. Bunları teşhir etmekten çekinmeyelim.
Ülkemiz, bilhassa dış politikada, olağanüstü zorluklarla dolu bir dönemden geçmektedir. Bu dönemde “acı ama gerçek”lerden biri, ülkemizde sesi duyulan bir muhalefetin olmamasıdır. Türk Milleti’ni kucaklayacak ve ayağa kaldıracak politikalar ya üretilememekte ya da kamuoyuna duyurulamamaktadır.
Son olarak, küresel mali krize değinmek istiyoruz.
Henüz boyutları tam kestirilemeyen ABD kökenli bir malî kriz “Yeni Dünya Düzeni”nin ağır derecede hastalıklı olduğunu açıkça gösterdi. Türkiye, 1929 Buhranı’ndan sonra ortaya çıkan bu büyük küresel krize, muazzam dış borç yükü ve rekor düzeyde cari açıkla yuvarlanıyor. Açıkça gördük ki Türkiye’ye kredibilite notu veren derecelendirme kuruluşlarının arkasındaki güçlerin meğerse kendisi bataktaymış. Oysa ülkemizin bu çevrelerden yüksek not alabilmek için neler yaptığı herkesin malumudur. “Uyum sağlamak” için sayısız yasal düzenleme yaparak hazırlandığımız “Yeni Dünya Düzeni”nin zemini meğerse ne kadar da kayganmış? Oysa “Yeni Dünya Düzeni”ne ayak uydurmamız için her gün akıl veren sözde uzmanlarımız bizi bu konuda hiç uyandırmamıştı.
Kanaatimizce bu krizin etkileri önümüzdeki süreçte Ülkemizde daha çok hissedilecektir. İşyerleri kapanacak, işsizlik artacak, borçlar ödenemeyecek, geçim sıkıntısı dayanılmaz boyutlara gelecek ve sosyal denge daha da bozulacaktır. Herkes geleneksel aile yapımıza bağlı kalarak mütevazî hayat sürdürmeye çalışmalı ve borçlu yaşama alışkanlığını terk etmelidir.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
Son birkaç ayda dünyada ve ülkemizde cereyan eden olaylar, Türkiye’de yazılı ve görsel basının benimsediği rolü büyük ölçüde açığa vurmuştur.
Bilindiği gibi, İsrail Gazze’de, orantısız güç kullanarak yarıdan fazlası çocuk olan binlerce insanı öldürdü. Ne var ki ABD kamuoyu bu gerçeği bilmiyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi, ABD kamuoyunun dünyayı umursamayan ve kendi çıkarları üzerine odaklanmış bir hayatı tercih etmesidir. İkinci nedeni ise; medyanın, objektif haberciliğin uzağından bile geçmeyen bir biçimde, kamuoyunu büyük çıkar odaklarının amaçlarına hizmet edecek şekilde yapılandırılmış olmasıdır. Bundan dolayı, bir yanda medya patronları, diğer yanda reklâm verenlerin baskılarıyla, medya insan kaynağı bakımından, gerçek işlevinden tamamen uzak, çarpık bir biçimde yapılandırılmıştır. Fikir adamı gibi ortaya çıkan birçok kişi, egemen güçlerin işine gelmeyen şeyler söylediği takdirde hemen kapının önüne konacaklarını gayet iyi bilmektedir. Bu yüzden, eğer ben dışlanırsam yerimi dolduracak binlerce kişi kapıda bekliyor diyerek kendilerine biçilen kirli işi sektirmeden yürütmektedirler.
Dikkat edilirse, ülkemizde de durum büyük ölçüde benzerdir. Hatta olumsuzlukların fazlası bile vardır. Bu gerçeği, içinde bulunduğumuz seçim atmosferi pek güzel yansıtmaktadır.
Takip edilen yanlış ekonomik politikalar sonucu, satın alma gücünü tüketmiş halkın karşı karşıya kaldığı işsizlik ve iyice tırmanan yoksulluk ortamında, söz konusu gerçekleri gözden kaçırmak amacıyla Başbakan her gün esasa ilişkin olmayan bir sürü söz sarfetmekte, bunlardan yola çıkarak gündem oluşturulmaktadır. Özellikle “biat” medyası, okuyucusunu aldatmayı, küresel güçlerle işbirliği yapmayı, gündemi çarpıtmayı kendine iş edinmiştir. İktidar karşıtlarına yaslanan medya ise seçimleri AKP-CHP zıtlaşması haline sokarak AB’nin, seçimden sonra gündeme gelecek beklentilerini karşılayacak bir siyasî sonucu garantiye almaya çalışmaktadır. Bu hengâmede gözden uzak tutulan gerçeklerden bazılarını şöyle sıralayalım:
- Almanya’daki Deniz Feneri davasının Türkiye’deki uzantılarını araştırmak seçimden sonraya atılmıştır. Gizlilik kararıyla tartışılması da yasaklanmıştır.
- Sadece İstanbul’da 4300’den fazla imar tadilatı yapılarak katrilyonluk rant elde edilmiştir. Bu gerçek bilinmekle beraber, halkımız yolsuzlukların boyutu konusunda aydınlatılmamıştır. Çünkü muhalif medya patronları da aynı yoldan servet yığma amacı taşımaktadır.
- Özellikle Ankara başta olmak üzere AKP’li Büyükşehir Belediyeleri’nin halkı aldattığı, doğal gaz faturalarını şişirdiği, sayaçları ve hatta sayaç pillerini bile halka fahiş fiyatla sattığı, yatırımları çok yüksek bedellerle malettiği ortaya çıkartılmıştır.
- İMF’nin küresel kriz karşısında Türkiye’den talepleri ve seçimden sonra başımıza nelerin geleceği konusundaki konuşmalar hep eksik kalmaktadır. Seçimlerde AKP’ye oy sağlamaya yönelik Başbakan’ı haklı gösterecek sahte gelişmelerin olması şaşırtıcı olmayacaktır.
- AKP’nin seçimden fazla kayıp vermeden çıkması halinde AB’nin iktidardan neleri talep edeceği konusu çok önemli olduğu halde açıkça dile getirilmemektedir. Bu konuda da AKP’ye seçimlerde avantaj sağlayacak gelişmeler olabilir.
- Seçimlerin rüşvet ortamına sürüklenmesi, demokrasiye verdiği ağır zarar, devlet imkânlarının seçimde fütursuzca iktidar partisi lehine kullanılması konusu da yeterince dikkate alınmamaktadır. Eşit şartlarda seçim yapılamayacağı açıkça belli olmasına rağmen bu konu üzerinde hiç durulmamaktadır. Tunceli’de beyaz eşya dağıtılması ve Valinin iktidar yanlısı tutumu İl Seçim Kurulu tarafından tespit edildiği halde, gereği yapılmamaktadır. Diğer valiler hakkında da benzer iddialar vardır. Mesela Adana Valisi AKP’nin meydan mitingi hazırlıklarını yerinde incelerken görülmüştür. Adana’da devlet memurları, AKP balonlarını şişirmekle görevlendirilmiştir. Hatta daha önce görülmedik bir şekilde, imamları AKP propagandası yapmaya zorlayan müftüden söz edilmektedir.
- Dikkat çeken desteklerden biri de ABD’nin vermeye çalıştığı destektir. Bir ay içinde Obama gelecekmiş, Türkiye ABD’nin ortak gündemi en kabarık müttefikiymiş. Türkiye bölge liderliği konusunda gelecek vaat ediyormuş vs.
- Güya Türkiye, “kendisi istemese bile” bölgesinde “Büyük Güç” olacak, Osmanlı tekrar dirilecektir. Bunun için üniter devlet yapısından vazgeçilerek bölge ve etnik yapıya dayanan federatif bir modelle kolayca bölünebilecek bir Türkiye istenmektedir. ABD, bir yandan bunu pompalarken diğer yandan içerdeki bir takım çevreler Tayyip Erdoğan’ı son Osmanlı padişahı olarak tanıtmaktadır. Başbakan kendisine yakıştırılan bu unvanı benimsemiş gibi davranmak-tadır.
- Bir takım sözde bilimsel göz boyama yöntemleriyle, istatistiklerle sistematik yalanlar söylenmektedir. Özellikle bilim çevrelerinin bunlara topluca tepki vermemesi, tepki vermeye çalışanları yalnız bırakması dikkatimizi çekmektedir. 2007 Genel Seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu bilgisayar sistemi üzerinden yapılan müdahalelerden dolayı AKP’nin %25 oy fazlalığıyla sayımlara başladığı söylentileri konusundaki tereddütler giderilememiştir.
- Son zamanlarda yapılan özel üretim haberlere bakılırsa, ülkemizde Suudi Arabistan’ın adeta pabucunu dama atacak kadar çok petrol ve doğal gaz bulunmuştur. Bunları anlatanlara birileri petrol kanununun son şeklini göstermesi gerekmektedir.
- Tayyip Erdoğan “Davos Fatihi” ilan edilmiştir. Davos’taki medyatik organizasyonu kendisinin talep etmiş olması, İsrailliler’le olan yakınlığı sorgulanmadan bırakılmıştır. Irak’ta ölenlere yıllardır etkin tepki vermeyen Tayyip Erdoğan, nedense Gazze’yle yakından ilgilenmiştir. Seçim ortamında avazı çıktığı kadar bağırmaktadır. AKP’nin söylemlerine bakılırsa, Arapların zengini ABD koruması altına girerken, yoksulunun davası Türkiye’nin baş ödevleri arasına alınmış olduğu anlaşılmaktadır.
Seçime kadar bu liste herhalde epey daha kabaracak gibi durmaktadır. Türkiye, üç muhalif partinin oy toplamından fazla oy toplayan şaibeli bir iktidara mahkûm edilmiş gibi görünmektedir. Bu görüntünün 29 Mart 2009 günü yapılacak olan Mahallî İdareler Seçimlerinde değişeceğini ümit etmekteyiz. Seçim sonuçlarının siyasî partiler açısından değerlendirilmesi durumunda; bundan böyle demokrasi adına yapılanların sorgulanacağının, seçimlerin hemen ardından erken seçim isteklerinin başlayacağının, muhalefetin de başarılı sonuçlar alamaması durumunda, kendine çeki düzen vermeye mecbur edecek kadar sıkı eleştirileceğinin bilinmesini isteriz.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
Gaflet, ihanetin yol arkadaşıdır. Unutkanlık ise ferdi ve sosyal, vahim bir hastalıktır. Yanlışlıklara, tehlikelere sebep olur. Bunların ilacı, kimlik ve şahsiyetini korumak, bunun için de bilgi, iman ve ülkü sahibi olmaktır. Aslında, ağızlardan düşürülmeyen “mutlu olmak” için de bu vasıflar şarttır. Yoksa mutlu olmak, “doymuş bir domuz olmak” veya “mecrasında sürünüp giden bir solucan olmak” demek değildir.
Gaflet ve unutkanlıktan söz ederek başladık. Gafletimiz şunlardır: ABD ve AB’nin hâkimiyetlerini devam ettirebilmek için, Avrasya, Ortadoğu ve özellikle Türk dünyası üzerindeki oyunlarından, yeni dengeler kurmak isteyişlerinden birçoğumuz hâlâ gafil görünüyor. İçimizdeki işbirlikçilerden habersiz gibiyiz. Küresel güçlerin, çeşitli milletler içindeki tarihî olarak var olagelen “etnik yapılar” üzerinden yeni kimlik tartışmaları yaratma çabasını hâlâ görmemek, gaflet değil de nedir? Batılının bir taraftan Peygamberimiz’e hakaret edip, İslam’ı terör odağı gösterip, diğer taraftan İslam’a ve Müslüman’a şekil vermek istemesindeki, “Ilımlı İslam’a” destek verir görünmesindeki niyet ve taktiği hâlâ görmeyecek miyiz? Gafletlerimiz burada sayılamayacak kadar çoktur.
Halk kesimlerinin çoğunun güvendikleri boş çıktı, fakat farkında değiller. Şu “ehven-i şer” ya da “başka kim var ki” yahut “alternatif ne” psikolojisi, başımıza çok belalar açacağa benziyor.
Unuttuklarımız nelerdir? Hangi birini sayalım. Haçlı Seferleri’ni unuttuk. Unuttuk ki yeni haçlı seferi heveslerini, hatta açıkça dile getirmelerini göremiyoruz. Çanakkale’yi unuttuk. İstiklal Savaşı’nı ve öncesini unuttuk. Osmanlı’nın dağılmasını ve sebeplerini unuttuk. Biz, geçmişe saplanıp kalmaktan değil, hafıza kaybından söz ediyoruz. Onlar 1071’i unutmadılar, 1453’ü unutmadılar; Avrupa’ya insanlık götürdüğümüz günleri, birçok Balkan toplumlarının Müslüman olmasına hizmet ettiğimizi unutmuyorlar. Unutmadıklarını her şekilde belli ediyorlar.
Biz ise, yakın geçmişin siyasî oyun ve stratejilerini bile unutuyoruz. Onlar Avrasya’yı kontrol edenin, dünyayı kontrol edeceğini biliyorlar. Ortadoğu ve buna ait projeler de Avrasya meselesinin içine dahildir. Bunlar gözümüzün önünde cereyan ettiği halde, maalesef gaflet içindeyiz. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) hangi amaçlar içindir? Bunları görmemek, görmek istememek gafletten de öte bir şeydir. Üstüne üstlük Türkiye, bu işlere “eşbaşkanlık” yapıyor.
Bu bölge, özellikle Batılı için dünyanın merkezi olmaya devam ediyor. Çünkü;
· Petrol ve doğalgaz başta olmak üzere bütün madenler var.
· Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in coğrafî ve dinamik merkezidir.
· Müslüman’ı kontrol etme var.
· Türk’ü kontrol etme var.
· Uzakdoğu’yu, Çin ve Hint’i kontrol etme imkânı var.
· İsrail’i ve Yahudi’nin açık veya sinsi zulmünü koruma buradan geçer.
1992 yılında ABD’nin o zamanki dışişleri bakanı Henry Kissinger, “Rusya ile olan soğuk savaşımız sona ermiştir, bundan sonraki soğuk savaşımız İslam dünyası ile olacaktır” dememiş miydi? Öyleyse İslam’ı terör odağı, Müslüman’ı terör eylemcisi ilan etmek, olmadı İslam’ı dönüştürmek, olmadı içeriden iş ortakları bulmak, olmadı, yumruğu vurmak gerekiyordu. Irak’ta 1 milyon Müslüman katledilmiş, 600 bin kız ve kadının ırzına geçilmiştir. Biz ne yapıyoruz: ABD, Rusya ve İsrail gibi birçok ülkede nükleer silahların ve daha birçok kitle imha silahının varlığı herkesçe bilindiği halde, İslam ülkelerinin üstün silahlar peşinde olmasını istemeyen Batılı’da hâlâ adalet, ahlâk, hürriyet, medeniyet, insaf ve vicdan olduğuna inanıyoruz. Bu özelliklere sahip olanları elbette vardır; ama onlar kendi ülkelerinde bile asla etkili ve yetkili olamamışlardır.
Bazı sözde aydın ve düşünürler ile siyasetçilerimiz Batılı’nın vicdansızlarına sığınarak işlerimizi, siyasetimizi düzenlemek istiyorlar. Bununla da yetinmeyip, Türk Devleti’nin kuruluş felsefesine ve millî kimliğine açılan savaşa destek veriyorlar.
Doğulu-Batılı, millî-küresel arasında şaşkın ördek gibi yalpalayıp duruyoruz. Hakikat ne doğuda ne batıdadır. Hakikat, hak ve hakikatin olduğu yerdedir. Bu anlamda hakikat hem doğuda, hem batıda, hem kuzeyde, hem güneydedir. Bunu hâlâ kavrayamadık. Asker veya sivil, batı ile doğu arasında bocalamaktan, bu yüzden de çelişkilerden kurtulamadı. Mesela 28 Şubat, hataları tamir etmeliyken, bu tamirden ziyade, tepki ve intikam psikolojisiyle harmanlandı. Fırsatçılara imkânlar verilmiş oldu. Sonra da başımıza bugün olanlar geldi. Şunu biliyoruz ki asker samimidir. Çünkü belli bir güce dayanır; bu güç, hile yapmaya, istismara, sinsilik etmeye gerek duymaz. Tavrı yanlış da olsa doğru da olsa samimiyetinden ve iyi niyetinden şüphe etmiyoruz. Sivil ise elinde gerçek güç olmadığı için, iç veya dış başka güçlere sığınır yahut istismara başvurur, fırsatçılık eder, hile yapar, sinsilik eder. Kamuoyu ya da seçmen kitlesinden güç almak istiyorsa, duygularına hitabetmek, istismarlara başvurmak, menfaatlerini okşamak, taviz vermek yoluna girer. Çünkü kendisine güç kaynağı oluşturmaya mecburdur. Buna başvurmayan siyasetçi çok azdır ve onların da bu yüzden iktidar olmaları ender vuku bulmuştur. İşte bu ender oluşu yakalamak ve çoğaltmak lazımdır. Bugün sivilin hile ve desiselerini birlikte yaşıyoruz. Sivil, doğruların arasına yanlışları karıştırıyor, hepsini doğru zannettiriyor. Bazen kendisi de buna inanır hale geliyor. Oysa doğru ve yanlış ancak tezat halinde bir bütün olabilir. Bir tepsi tatlının üzerine bir bardak sirkeyi boşaltırsanız, o artık tatlı mıdır? Bugün bize doğru diye telkin edilenler bu duruma gelmiştir. Sivil, bugün medyada, gafletimizden istifadeyle, çaktırmadan Kur’an’ı, İslam’ı sorguluyor. Türk kültür ve kimliğini sorgulamayı ise açıktan açığa yapıyor. Medya işin içine dinleyicileri de çekerek, kampları çoğaltmış, ortalığı horoz dövüşüne çevirmiştir.
Kafaları karıştıran şeylerden biri şudur: Birçok kimse bulunması gereken yerde değildir. Bir bakıyorsunuz milliyetçi veya ulusalcı, vatansever biri, hatta kuruluş, dinsizlik yapmaya devam ediyor. Şahsî dinsizlik zarar vermedikçe kimseyi ilgilendirmez; ama topluma yönelik tavır içine girerse iş değişir. Bir bakıyorsunuz, dindar görünen biri, vatanseverlik ve millî duyguları paylaşmıyor, hatta düşman oluyor. Bakıyorsunuz milliyetçi diye bildiğiniz biri, bunca olan bitene rağmen, Amerika’dan bize zarar gelmez, diyebiliyor. Benzer daha birçok çelişkinin sizler de içinde yaşıyorsunuz. Bunların önemli bir kısmı, hayatın cilvesi, sosyal gidişin tek yanlı olmadığının yansımalarıdır. Hiç kimse ve hiçbir kuruluş, kendisini diğerlerinden soyutlayıp tamamen hatasız gösteremez. Bunu kabul ediyoruz. Fakat gittikçe “adacıklar” yine de artıyor, birliği yakalamak zorlaşıyor. Temel meselelerde anlaşmamız ve birleşmemiz lazımdır. Bu iş, dirayetli, imanlı, adaletli, duygu ve menfaatlerine esir olmamış, gerçekçi olduğu kadar idealist aydınlar, bilim adamları ve özellikle yöneticiler ister ve bu mümkündür. Ehil, ahlâklı, millî şuur sahibi aydın ve yöneticilerden mahrum isek, işsizliğe, açlığa, yolsuzluğa, adaletsizliğe, nasıl çare bulunur? Bunlar hep istismar malzemesi olarak kalıp durmaktadır. Her gün inanılması çok güç olan çeşitlilikte ve sayıda suç işlenmektedir. Can ve mal güvenliğimizin kalmayacağı günler, bu gidişle uzak değildir.
Bıkmadan, usanmadan söyleyeceğiz, fikir alışverişinde bulunacağız. Tâ ki, insanlarımız uyanıncaya, etki ve yetki sahipleri gafletten kurtulup meseleleri ve doğru olanı anlayıncaya kadar. Tâ ki hainler, sinip inlerine çekilinceye kadar.
Siyasilere, medya mensuplarına, akademisyenlere, sözde aydın ve düşünürlere her gün şunları ezberletmeliyiz:
· Türkiye’de mozaik yoktur. Millî Kültür vardır. Bunun anası, babası, hamisi, mayası, tutkalı Türk kültürüdür.
· Her etnik grup millet değildir. Millet olmadan da devlet olunamaz. Bu iş aşiret reisliğine benzemez.
· Bu vatan ve bu devlet bölünmez. Kolay elde edilmemiş, kanla canla kazanılmış ve kanla canla savunulmuştur.
· Bu vatan Türk vatanıdır.
· Bu ordu Türk ordusudur.
· Resmî ve millî dil Türkçedir.
· İstiklal Marşı’mız dillerden düşmeyecek, Bayrağımız ilelebet dalgalanacaktır.
Cumhuriyetimizi bölmeye matuf sözler duymak istemiyoruz. M. Kemal Atatürk’e düşmanlık, Türk’e düşmanlıktır. Atatürk, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” derken, o günlerdeki Anadolu’nun yapısından haberdar değil miydi? Atatürk ırkçı da olmadığına, ırkçılık yapmadığına göre, bu sözün anlamını idrak etmemek için geri zekâlı ya da hain olmak lazımdır.
Devir değişti, dünya küçüldü, o yollar tıkandı diye cesaretlendirilenlere, tarihimizi bir daha gözden geçirmelerini tavsiye ederiz.
20. yy.’ın başındaki şartlarda yedi düvelle savaşırken, ayağına dolanan hainlerden kurtulma becerisini gösteren Türk Milleti, 20. yy.’da elde ettiği güçle, millî varlığını tehdit eden her kuvveti yok etmeye muktedirdir. Herkes haddini hududunu bilsin ve yerinde otursun.
Türk Milleti’ni hür ve bağımsız yaşatma konusunda mücadele veren herkesi takdirle takip ediyor ve destekliyoruz. Bilerek veya bilmeyerek millî birlik ve bütünlüğe zarar verenlerin, hele hainlerin, sonuna kadar amansız takipçisi olacağız.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
(GERİLİM EKONOMİSİ)
Değerli arkadaşımız,
Türk insanı, geçim sıkıntısı ve gelecek endişesi taşımadan hür ve mutlu olarak yaşayabileceği bir Türkiye özlemi içindedir. Her seçim döneminde, ekonomik refah, sosyal adalet ve siyasî istikrar sağlayacağına inandığı siyasî partilere yönetim yetkisi vermesine rağmen, bu özlem bir türlü gerçekleşmedi. Siyasî iktidarlar vaadlerinin gerçekleşmemesini kendi dışındaki sebeplere bağlarlar. Türk seçmeni ve halkı bu durumdan bıkmış ve usanmıştır. Demokrasi ve çok partili sisteme olan saygısı ve sadakati gün geçtikçe azalmaktadır.
Milletimizin büyük çoğunluğu, iktidar mensuplarının kamunun kaynaklarını kendi aile ve partili yandaşlara tahsis eden adaletsiz tasarrufundan rahatsız olmaktadır. Niteliksiz memur atamaları, siyasî kadrolaşma devlet bürokrasisini işlemez duruma getirmiştir. İktidar, borçla döndürülen Kamu Gider Bütçeleri oluşturmaktadır. Yeni doğan bebekler bile borçlandırılmakta, örtülü vergiler icat edilmektedir. Halk gittikçe fakirleştirilmekte, sosyal katmanlar arasındaki ekonomik uçurum gittikçe büyümektedir. Bu durum ülkede sosyal barışı tehdit etmektedir.
1983’ten bu yana uygulanmaya çalışılan “Serbest Piyasa Ekonomisi” döneminde ekonomik krizler yaşandı. 2002’den sonra Ulusal Malî ve Ekonomik İstikrar Programı ile Türk ekonomisi Uluslar arası mali denetim altına sokuldu. Ülke adeta İMF ve Dünya Bankası uzmanlarınca idare edilir oldu.
Türk Milleti’nin refah ve mutluluğunun dış bağlantılarla ve özel ilişkilerle sağlanabileceğini zanneden siyasal iktidar uluslar arası kuruluşların ve küresel finans kurumlarının raporlarına ve borsa endekslerindeki yutturmacalara inanmaktadır. Bu yüzden de kâğıt üstündeki ekonomik kaynakların oluşturduğu küresel malî sistemin çökme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu ve dünya ekonomik krizinin de bu sebeple ortaya çıktığını görememektedir. Yeniden İMF ile anlaşabilmek için çaba sarf etmektedir.
Küresel sermayeye ve politikaya entegre olmakla övünen iktidar, 2008’de başlayan küresel krizle ihracatta ve bütçe gelirlerinde beklenmeyen bir azalışla karşılaştı. Ekonomideki bu ani küçülme ile birlikte reel ekonomi yatırımlarını yeterince yapamayan ve ticaretle işlerini düzeltemeyen hükûmet; denk bütçe yerine açık bütçelerle yola devam etmektedir. Ocak 2010 itibariyle Türkiye ekonomisi acilen tedavi görmesi gereken bir hasta durumundadır. İktidarın ve onun sözcülerinin pembe tablolarına rağmen, iç ve dış borçların toplamı 500 milyar dolara yaklaştı. Özelleştirmeden sağlanan 42 milyar doların nerelerde kullanıldığı da belirsizdir.
Tüm bu politikalarla ülkemiz bir “millî beka” sorunu ile karşı karşıya getirilmiştir. Türkiye çeşitli devletlerin çıkar çatışmalarının olduğu bir alan haline gelmiştir. İktidar bulunduğu coğrafyanın jeo-politik önemini kavramaktan uzak görüntüsü ile ufkumuzu ve istikbalimizi karartmaktadır. Bütçe kaynaklarının %15’i ile sabit yatırımlar yapılması durumunda en az 4 milyona yakın insanımız iş sahibi olabilirdi. Bu durumda krize rağmen işsizlik %14’lerden tek hanelere çekilebilirdi. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının belirlediği muhtaç aile sayısı 2 milyonu, yoksul insan sayısı da 12 milyonu aşmıştır. Bu insanlar seçimlerde “oy deposu” olarak görülmekte ve büyük bir saygısızlık yapılmaktadır. Türkiye giderek yoksul ve açlar ülkesi olmaya itiliyor.
Değerli arkadaşımız,
Türkiye, tarımda ve gıdada kendine yeten bir ülke iken, bugün market raflarında pek çok yabancı ürün satılmaktadır. Bu asla kabul edilemez bir durumdur. Türkiye’ de hangi akıl ve politika bu kadar önemli bir konuda bu yolu tercih etmiştir? Anadolu yaylaları ve meraları bomboş kaldı. Dışarıdan kaçak yollarla et ihtiyacımız karşılanıyor. Ciddî denetimler yoktur. Maddî açıdan devletin büyük kayıpları söz konusudur. Temel ihtiyaçlardan süt, gün geçtikçe azalan bir seyir içindedir. Yarının nesillerini etsiz, sütsüz kaliteli gıdalar olmadan nasıl yetiştirebiliriz? Yabancıların bize sunduğu gıdaların sağlıklı ve hastalıksız olduğunun garantisi yoktur. Kendi ülkelerinde yasaklanan GDO’lu gıdalar, bizim ülkemizde yasalarla güvence altına alınıyor. Ne yediğimizi bilme imkânımız yok. Ne uğruna, kime hizmet adına?
Sorunlara çözüm üretmekte aciz kalındıkça geçmişi suçlayarak başarısızlıklar örtülmek istenmekte, bunun için de takip edilen yol istismar ve gerilim yönünde olmaktadır.
Yatırım ve üretim yerine mevcut tesisleri yabancılara satarak ya da kapanmalarına göz yumarak işsizlik çığ gibi büyütülmüştür. Yoksulluk derinleşmiş, borçlu yaşamak hayat tarzı haline gelmiştir. Millî ve manevî değerler istismar edilerek birlik ve dirliğimiz bozulmuştur. Toplumsal ahlâk değerlerimiz ve aile bağlarımız da zayıflamış, kardeşlik duyguları azalmış ve sonuç olarak huzur bozulmuştur. Türk Milleti yorgun ve zayıf düşürülmüştür.
2002’de sıfır terörle ülke yönetimini üstlenen mevcut iktidar, şimdi ülkenin bölünmez bütünlüğünü, milletimizin millî birliğini tartışılır hale getirmiştir. Devletin tüm sırları ve mahremiyeti delik deşik edilmiştir. Kurumlar arası ahenk kalkmış, bunun yerini kavga almıştır. Yasama, yürütme ve yargı kavga halindedir. Yürütme kendi emrindeki kurumlarla kamuoyu önünde egemenlik savaşı yapmaktadır. Üstüne vazife olmadığı halde bazı kurumlar “durumdan vazife çıkarmak” gibi bir davranış içindedir. TRT tarafsızlığını bırakmış, parti borazanlığı yapıyor. Terör olaylarında sanki istihbarat kurumu imiş gibi “Komplo Teorileri” üretmekte, doğru ve gerçek haberlerden kaçınmaktadır.
Dış politikada AB ve ABD ilişkilerinin saklanan içerikleri her vatanseveri derin derin düşünmeye mecbur etmiştir. Ülkenin aydınları ve uzmanları geleceğe umutsuz bakar oldu. Ulusal basın ve medya kuruluşları, hükümete biat eden ve etmeyenler şeklinde bir ayrışma ve tarafgir tutum içine girdiler. Yandaş basın korunurken, diğerleri sanki “düşman” muamelesi görüyorlar.
Devletin ve Milletin varlık güvencesi olan TSK üzerinde, gizli açık küresel kirli operasyonlar yürütülmekte iken, hükûmet buna tuz biber ekmektedir. Asırlardır devam eden ordu-millet anlayışının timsâli TSK’nin bu yapısını ve işleyen çarkını bozmak ve alternatif silahlı güç oluşturma gayretleri endişeyle izlenmektedir.
Unutmayalım ki bu coğrafyada varlığımızın devamı, güçlü bir ordu ile mümkündür. Anadolu üzerinde nice milletler yok olmuş tarihin derinliklerinde kaybolmuşlardır. Çok büyük bir mirasın ve çeşitli medeniyetlerin beşiği olan bu topraklar üzerinde, yeni bedeller istenmektedir. Birileri istiyor diye, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanların merkezinde duran Türkiye’nin haritası değişmeyecektir.
Stratejik ortak ve NATO müttefikimiz ABD, Türkiye’ye karşı “dost ve ortak” davranışı içinde değildir. Ekonomik krizi ve siyasî kaos şartlarını bir araya getirip, Türkiye’yi “sistem dışı” ülke durumuna sokup, bilhassa denizlerimizde yeni üsler elde etme çabaları içindedir. Thomas Barnett adlı ABD’li yazar “Amerika’nın ulusal çıkarları sınırsızdır. Hiçbir hukuka ve meşru sebeplere dayanmaz.” diyebilmektedir. Elinde çekiç, her şeyi çakılabilecek çivi gibi görmeye alışan ABD, önüne gelenin kafasına çekici indirebileceğini sanmaktadır.
Herkes iyi bilmeli ve anlamalıdır ki Türk Milleti her şeyden çok vatanını, milletini ve istiklâlini sevmektedir. Yaşadığı coğrafyayı ve çağın şartlarını bilerek birlik ve beraberlik içinde olacaktır. Bütün unsurlarıyla ayakta kalmaya azimli olan milletimiz hakkı olan hür yaşamayı ilelebet sürdürecektir. Ancak bunu sağlamak için Türk Milleti’nin millî kaynakları millî çıkarlarımız doğrultusunda kullanılarak ekonomik kalkınma sağlanmalı ve gelecek endişesi sona erdirilmelidir. Ülkemizi yönetenler bunu görev olarak bilmelidir.
Saygılarımızla,
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
(TÜRKİYE’NİN YERALTI ZENGİNLİKLERİ)
Değerli Arkadaşımız,
Ülkemiz ve Milletimiz artan bir hızla ayrışmaya, bölünmeye ve çökertilmeye doğru götürülmektedir. Ekonomik sıkıntılar, kültürel yozlaşma ve ahlâki çöküş engellenemez bir hâl almıştır. Hâl böyle iken vatanseverler, Türk milliyetçileri mücadele gücünü nereden almaktadır? Ümit kaynakları nelerdir? Muhtaç olunan kudret var mıdır? Bunlar herkesin aklına gelebilir.
Hiç şüphe yok ki muhtaç olunan kudret vardır. Ümit kaynaklarından birisi yüce Türk Milletinin azmi ve iradesi, diğeri de hâlâ var olan yeraltı ve yerüstü kaynaklarıdır. Mücadele gücü de tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan hür ve mutlu yaşama arzusu ve tecrübesidir.
Sizlerle bu yazımızda yeraltı zenginliklerimizin akıbetini incelemeye çalışıp, sonuçlar elde etmeye gayret göstereceğiz. Yeraltı kaynakları bir ülkenin jeopolitik ve stratejik konumunu belirleyen en önde gelen unsurlardandır. Bu yüzden ülkemizin maden varlıkları, millî namusumuz gibi korunup kollanmalıdır. Bir devletin egemenlik ve hükümranlık hakları bağımsız maden ve enerji politikalarıyla doğrudan alâkalıdır. Bilindiği gibi petrol dünya sanayi ve teknolojik gelişmesinin baş aktörü olmuştur. Bu kara, gizemli sıvı yüzyılımızda yine fosil enerji alanında önemini devam ettirecektir; ancak ne var ki NATO’ya girişimizle ve “soğuk savaş” yüzünden olsa gerek Türkiye bu alanda sürekli olarak bir ‘korku çemberi’ içinde pek faaliyet gösteremedi. Petrol varlıklarımız bilinmeyen bir nedenle yer üstüne çıkarılamadı. Şimdi basit bir mantık yürütmesi yapalım. Yeni Türk Petrol Yasası neden çıkarıldı dersiniz? Eğer Türkiye petrol fakiri bir ülke olsa idi, bu kanuna ne gerek vardı? Devletin rolü ve payının çok azaltılmış olduğu böyle bir kanun, kimin ve hangi dev petrol şirketlerinin çıkarlarını teminat altına almıştır?
Madenler sanayileşmenin ana girdileridir. Buna bağlı olarak endüstriyel ham madde kaynakları olmadan sanayileşmek pek mümkün değildir. Çok önemli maden varlıklarımızın başında “bor” gelmektedir. Ne var ki “bor gerçeği” Türk kamuoyunda yeterince anlatılamıyor ve apaçık ortaya konmuyor. Uzay teknolojisinden, savaş sanayine, nükleer teknolojiye, deterjan sektörüne kadar yüzlerce yan sektörde de kullanılan bor, Türkiye’nin en önemli kaynaklarındandır. Bor madenlerine sahip çıkarsak ülkemizin geleceğine sahip çıkmış oluruz. Ham haldeki millî bor varlığımız 1 trilyon dolar iken, işlendiği zaman 7 trilyon dolar değerinde dev bir servettir. Dünyada bilinen rezervlerin yüzde 73’ü Türkiye’de olan bor madeni ve mineralleri, stratejik bir öneme sahiptir. ABD bile yüzde 13 ile bor madeni açısından zengin görünürken, bizim bor servetimiz gerçekten baş döndürücü seviyelerdedir. 1850‘ler den beri Türk madenciliğinde çok önemli sıçramalar olmamıştır. Büyük sanayi devrimlerini bir şekilde ıskalayan Osmanlı, sahip bulunduğu yeraltı kaynaklarını yabancıların çıkarına ve insafına terk etmiştir. Tanzimat Fermanı Anadolu’nun zengin hammadde kaynaklarının dış ülkelere çıkışı açısından Türk madenciliğinde adeta bir milattır. Islahat Fermanı ise bunu hızlandırmış ve derinleştirmiştir. Osmanlının toprakları hammadde kaynağı olarak görülmüştür. İstanbul ve ülkemiz işgal edildiği zaman, İtilaf Devletleri adına işgal kuvvetleri komutanı Osmanlının tüm madenlerine el koyduğunu dünyaya açıklamıştı. Ne acıdır ki bu politikalar Cumhuriyet döneminde de pek değişmemiştir. Yalnız 1979 yılında devrin hükümeti, bor madenlerini devletleştirerek, daha önce 1-20 dolar arasında değişen ihracat fiyatını 400 dolara çıkarmıştır. Ülke kalkınmasına büyük katkı sağlayabilecek böyle bir kararı alan hükümet, 12 Eylül darbesi ile yönetimden el çektirilmiştir. Bu gerçek, diğer darbeler için de aynen geçerlidir. Şöyle ki: Türkiye ne zaman kalkınma hızını ve millî gelirini arttırdıysa hemen arkasından bir askerî darbe gelmiştir. Bu yetkiler ne adına ve kim için kullanıldı? Elbette tarih bunları da sorgulayacaktır. “28 Şubat süreci” Türkiye’nin Batı ve bilhassa ABD karşısında en ciddi kırılma ve teslimiyetçi politikaların başlangıç noktası olmuştur.
Yürürlükteki petrol ve doğalgaz yasası, maden yasası ve çıkarılan kararnameler tamamen küresel güç odaklarının çıkarlarını gözeten, devletin ve kamunun çıkarlarını göz ardı eden maddelerle doludur. Endişemiz odur ki bu yasalar ve yönetmelikler sanki Türk hukukçuları ve uzmanları tarafından hazırlanmayıp, birileri tarafından adeta dikte ettirilmiştir. Hâl böyle olunca diğer yeraltı servetlerimizden altın, toryum, kurşun, radyum, nikel, volfram, bakır, çinko ve daha diğerlerinin akıbeti de pek parlak değildir. Ülkemiz, nükleer enerji kaynağı olan toryum madeni potansiyeli açısından dünyanın en büyük doğal kaynaklarına sahiptir. Bu kaynaklar ekonomik ve millî çıkarlarımıza uygun politika ile değerlendirildiği zaman, bugün var olan toplam iç ve dış borçlarımızı defalarca ödeyebiliriz. Enerji üretiminde kullanıldığı zaman bir ton toryum, bir milyon ton petrole eşdeğerdir. Yakın bir gelecekte toryum, dünyanın en değerli stratejik hammadde kaynağı olacaktır. Ülkemiz uranyum açısından zengin yataklara sahip değildir. O nedenle Türkiye nükleer enerji elde etmeyi toryumla yapmalıdır. Hindistan 2000 yılından bu yana nükleer enerji üretimini toryumla sağlamaktadır. Kanada, Fransa, ABD, Çin, Japonya ve diğer devletler projeler geliştirirken, Türkiye bu alanda hak ettiği yerde değildir. Bildiğimiz bir gerçek var ki o da; değeri 120 trilyon dolar toryum üstünde uyuduğumuzdur. Dünya toplam rezervi 1.280 bin ton iken, Türkiye’nin bilinen potansiyel toryum varlığı 789 bin tondur.
Değerli arkadaşımız,
Tüm bu büyük zenginlikler üstünde Türkiye’de hâlâ fert başına millî gelirin çift haneli rakamlara ulaşamaması, yöneticilerin beceriksizliği ve basiretsizliğindendir. Türk milleti geçmişte, “tarih yapan milletti” ; oysa bugün emperyalistlerin kapı eşiklerinde yalakalık yapar duruma düşürülmüştür. Türk milleti böyle bir muameleyi asla hak etmiyor. Geçmişte olduğu gibi yeniden Türk milletini tarihin zirvesine çıkarmak Türk milliyetçilerinin en kutsal ve en büyük görevi olacaktır. Bize umutsuzluk yakışmaz. Eğer biz koca bir Türk dünyasının ve İslam coğrafyasının yükünü omuzlarımızda taşıyacaksak, bizim yılgınlık ve bitkinlik göstermek gibi bir mazeretimiz olamaz. Üzerinde yaşadığımız vatan toprakları ve ilgi alanımızdaki coğrafya, aslında bize karşı merhametlidir; fakat bizler bunu değerlendiremiyorsak suçu birilerinde aramak boşuna bir çabadır. Türkiye önümüzdeki yıllarda su kaynaklarını ve havzalarını ciddi koruma ve tüketim programları ile desteklemezse büyük sorunlarla karşılaşacaktır. Su havzaları millî varlıklardır. Bunların üzerinde başka uluslara imtiyaz ve işletme hakkı verilemez. Yakın bir gelecekte ”sudan sebeplerle” kavgaların olacağını göz ardı etmemek gerekir.
Üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardan bir diğeri hiç şüphesiz altın meselesidir. Ortalama olarak her yıl altın için 7,5 milyar dolar dışarıya ödeme yapıyoruz. Oysa Türkiye kendine yetecek altın rezervlerine sahiptir. MTA ve DPT tarafından 2001 yılında Başbakanlığa sunulan bir rapora göre 6 bin 500 ton altın yer altında çıkarılmayı beklemektedir. Bu kaynağın ekonomik değeri 400 milyar dolara yakındır. Bu alandaki çalışmalarımız her nedense Alman Vakıfları tarafından sonuçsuz bırakılmaktadır. Kimi çevreci ve yeşil dernekler kimlerin ekmeğine yağ sürüyorlar? Türkiye bir an önce “Altın Arama ve İşletme Kurumu ya da Enstitüsünü” hayata geçirmelidir. Ülkemizdeki altın kaynakları çok derinde olmadığı için (180-200 m) maliyet düşüktür. Bazı ülkelerde 3-4 bin metrelere inildiği biliniyor. Güney Afrika Cumhuriyeti’nden sonra dünyanın ikinci büyük altın kaynaklarına sahip bu ülkenin, millî gelir açısından 55. sırada kalması bir utanç manzarasıdır. Türkiye ekonomisi dünyanın 17. büyük ekonomisi olarak gösterilmekte iken, millî gelir açısından bu kadar geri olmamız, potansiyel zenginliklerimizin mal ve hizmet üretmede çok gerilerde olduğumuz gerçeğini ortaya koymaktadır.
Değerli arkadaşımız,
Madenlerimizle ilgili sorunlar bu şekilde uzayıp gider. Son olarak bakırla ilgili bazı çarpıcı bilgiler verip yazımıza son vereceğiz. Türkiye yıllarca bakır ihraç eden ülke iken, son yıllarda daha çok küresel politikalar yüzünden kendi kaynaklarını atıl halde tutuyor. Yerli üretim toplam tüketimin ancak yüzde 11’ini karşılar oldu. Oysa sadece Çayeli-Murgul bakır hattında, Türkiye’nin 300 yıllık ihtiyacını karşılayacak cevhere sahip bulunmaktayız. Tarihten bildiğimiz Etiler bile, pek çok maden ihtiyacını Trabzon ve Rize çevresinden elde etmiştir. Yine kuzey komşumuz Rusya’nın gözü hep Karadeniz bölgesindeki madenler üzerinde olmuştur.
“Büyük Ortadoğu Projesi” zengin madenlerin ve petrolün coğrafyasını kapsıyor. Küresel güçlerin amacı bu ülkeleri zengin etmek değil, sömürmektir. Bugün ülkemizin içinde bulunduğu siyasî ve ekonomik krizler, Türkiye’nin bu dev zenginliklerini elinden almak için hazırlanan senaryolar ve projelerin birer parçalarıdır.
Bu coğrafyada millî birlik ve bütünlük içinde yaşamak ve istiklali korumak elbette kolay değildir. Millî güvenlik ve egemenlik güçlü olmakla sağlanır. Güçlü olmak için de ekonomik gelişmeyi sağlamak gerekir. Üretme olmadan kalkınma ve gelişme olamaz. Üretim için de yeraltı ve yerüstü bütün millî kaynaklarımız Türk Milleti için kullanılmalıdır. Bu kapsamda madenlerimiz stratejik öneme sahiptir. Özelleştirme adı altında asla yabancıların denetimine verilemez.
Saygılarımızla,
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Merkez heyetimiz her yıl olduğu gibi üç aylık yaz tatilinde bulunduğu için 12 Eylül’de yapılacak olan halk oylaması ile ilgili mektup hazırlanamamıştır.
Daha önceki yıllarda Anayasa hakkında görüşlerimizi sizlerle paylaşmıştık. Ancak bu defa konunun önemine binaen şahsi çalışmamı sizlere sunmayı görev olarak görmekteyim.
Bu vesileyle Ramazan bayramınızı tebrik eder, esenlikler dilerim.
TÜRK DÜŞÜCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
HALK OYLAMASI
12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan halk oylamasında, oya sunulan Anayasa değişikliklerinden amaçlanan nedir? Gerçekten Türk Milleti’nin ihtiyaçlarından mı kaynaklanmaktadır? Yoksa ambalaj içinde saklanan gizli ve sinsi planlar ve amaçlar mı vardır?
Konuya girmeden önce ağustos 2010 manzarasına göre ülkemizin durumunu kısaca değerlendirmek faydalı olacaktır.
1- Devlete, devleti kuran millî iradeye, millî birlik ve bütünlüğümüze ve istiklâlimize karşı çok ciddi baş kaldırı vardır. Kanlı terör olayları önlenmez halde iken devletin kurumları arasında gerginlik yaşanmaktadır.
2- Küresel güçlerin AB müzakere süreci kapsamındaki dayatmalarına gönüllü olarak rıza gösterilmesi ve yerli iş birlikçilerin büyük gayretleri ile kültürel yozlaşma hız kazanmış ve ahlakî çöküş meydana gelmiştir. Dinî ve millî direnç kırılmak üzeredir.
3- Takip edilen ekonomik modeller sonucunda ülkemiz adeta soyulmuş yer altı ve yer üstü kaynaklarımız yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmiştir. Günü kurtarma adına yapılan bazı iyileştirmeler Türk Milleti’nin geleceğini kurtarmaya yetmez. İşsizlik ve yoksulluk aile yapımızı sarsmaya başlamıştır.
Bu manzaraya rağmen aylardır Anayasa değişikliği ülke gündemini işgal etmiştir. Bir süre daha da işgal edecektir. Anayasa elbette değiştirilebilir. 1982 Anayasası da 8’i AKP hükümeti tarafından olmak üzere defalarca değiştirilmiştir. 175 maddenin yarısına yakını yenilenmiştir. Bu defa AKP tarafından yapılmak istenen milletin ihtiyaçlarına cevap vermek yerine gizli ve sinsi planların uygulanabilmesi için yasal zemin hazırlamaktır. Şayet değişiklik kabul edilirse o havayla seçimlerde bir dönem daha AKP iktidarını sağlayacak sonucu almayı düşünmektedirler. Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişmekle Yüce Divan görevi yapmak gereği hâsıl olduğunda kendilerini, yaptıklarının hesabını vermekten kurtarmak mümkün olacaktır. HSYK’da yapılacak bu değişiklikle birlikte yargı tamamen kontrol altına alınacağından bütün destekçilerin ve iş birlikçilerin de kurtarılması sağlanacaktır.
En önemlisi de Habur’da tıkanan Kürt Açılımı ( demokratik açılım veya millî birlik ve kardeşlik projesi!) bu değişiklikle yeniden mecrasına sokulacaktır. Çünkü verilen sözler ve gizli anlaşmalar doğrultusunda anayasal engel ortadan kalkınca 2. değişiklikle özerklik yolu açılacaktır. Yeni yapısıyla güdümlü hale gelecek olan Anayasa Mahkemesi hazırlanacak yasa değişikliklerinin önünde engel oluşturmayacaktır. Bu suretle yıkım projesi yeniden uygulamaya konulacak ve sonunda ülkemiz ve milletimiz bölünüp parçalanacaktır. Bundan şüphesi olanlar en azından son bir ayda cereyan eden Kandil-İmralı hattına ve Washington – Brüksel – Erbil’den gelen haberlere, Diyarbakır-Tunceli-Ankara-Ağrı vs. den çıkan seslere dikkat etmelidir.
Esasen bu yıkım projesinin merkezinde ne yazık ki AKP hükümeti vardır. Yanında ve yakınlarında diğer aktörler yer almaktadır. Şer cephesini oluşturan bu aktörleri tanımak gerekir.
1- Yandaş Medya: Demokratikleşme, tarihimizle yüzleşmek veya ezber bozmak adı altında her türlü rezalet sergilenmektedir. Devleti soyarak yandaş medya meydana getirilmiştir. Küresel güçlerin medyası devreye girmiştir. Devletin TRT’si de adeta Türklük düşmanı olmuştur. Sistematik olarak genel müdür değişikliği ile birlikte görülmemiş şekilde haber merkezine medyadan transferler yapılmıştır. 21 tanesi Samanyolu TV, Cihan Haber Ajansı, Zaman Gazetesi, Aksiyon Dergisi gibi okyanus ötesinden kumandalı, 14 tanesi de Kanal 7, Kanal A, Kanal 24, Türkiye Gazetesi ve Yurt Haberleri gibi diğer yandaş medyadan TRT’ye getirilmiştir.
Yandaş medyada aynı ağız kullanılmakta, belge ve bilgiler ilk olarak buralara servis edilmektedir. Bu bilgi ve belgelerin toplandığı, değerlendirilip servis edildiği bir haber havuzu oluşturulmuştur.
En büyük yalanlar bile süslenerek servis edilmekte ve bilgi kirliliği yaratılmaktadır.
Yerel basının da büyük bir kısmı ekonomik sebeplerle AKP’ye teslim olmuştur. Özellikle yerel TV’ler dini ağırlıklı programlarda yumuşak ve güzel sözlerle masum ve temiz vatandaşları çekmekte, bu programların ardından ihanet ve yıkım konuşmaları yapılmaktadır.
2- Çıkarcı gruplar, yağmacılar ve fırsatçılar: AKP’nin değişik kademesinde görev yapanların veya aday olanların büyük çoğunluğu iş pazarlayarak komisyonlar almakta ve içlerinden çok zenginler çıkmaktadır. Alnının akı ve emeği ile zengin olanlara taş çıkartırcasına 7,5 yılda 34 tanesi dolar milyarderi, yüzlercesi de milyon dolarlık ve daha yukarılarda zenginler türemiştir.
3- Geleceğini AKP hükümeti ile eşdeğer gören yöneticiler: Belediyelerden hak etmedikleri, hatta bilgi ve becerileri elvermemesine rağmen çok sayıda insan Ankara’ya devletin en yüksek kademelerine atanmışlardır. Genel müdür, müsteşar gibi görevlerin yanında vali ve kaymakamların da bazıları parti yetkilisi gibi davranmakta hiçbir mahsur görmemektedirler. Bazı bakanlıklar cemaatlere ve tarikatlara tahsis edilmiştir.
4- Kimliği olmayan haysiyetsiz seçkinler: Türkiye’nin ülkesi ve milletiyle birliğini koruması, millî mensubiyet şuurunun artırılması, millî devlet yapısının savunulması ve anayasamızın başlangıç ve ilk 3 maddesinde ifadesini bulan millî iradeye sahip çıkanlar gericilik veya çağ dışı olmakla suçlanmaktadır. Suçlananlar statükocu olarak gösterilmektedir.
Bu seçkinler ilerici, çağdaş, para kazanmasını bilen, kafası çalışan tipler olarak görünürler. Hayatlarını da böyle görünebilmek üzerine düzenlerler. Küresel güçlerle bağlantılı lobiler tarafından desteklenen, reklamları yapılan bu iş birlikçiler genellikle dindar ve Osmanlıcı olarak algılanmaya gayret ederler.
5- İmralı- Kandil Hattı ve Siyasî Uzantıları: Yıkım projesinin Habur’da tıkanmasından sonra yolun yeniden açılması için bu hat çok hareketli olmuştur. Son iki ay içinde; Diyarbakır’da demokratik toplum kongresi toplanmış ve barışçıl çözüm yani demokratik çözüm benimsendiği açıklanmıştır. BDP’nin MYK’sı da Diyarbakır’da toplanarak demokratik çözüm kararı almışlardır. Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nden 647 sivil toplum kuruluşu da Diyarbakır’da toplanarak aynı tarzda görüş açıklamıştır. Sonra Tunceli’de Munzur Festivali kapsamında Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı cumhuriyetin ilk dönemindeki isyanları başlatan Seyit Rıza’nın heykelini açmış ve festival kapsamındaki toplantıda yaptığı konuşmada özerk Kürdistan’ın kurulmasının tek barışçıl çözüm yolu olduğunu açıklamıştır. Mülayim Türk insanının gönlünü kırmamak için de “Ay-yıldızlı bayrağın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımızın dalgalanmasında ne mahsur vardır?” demiştir. Bağlı bulunduğu Barış ve Demokrasi Partisi genel başkanı da iki gün sonra Ağrı’da yaptığı miting konuşmasında “ Özerklik görüşü partimizin resmi projesidir. Bundan hükümetin de haberi vardır.” demiştir. Bunlar olurken AKP hükümeti duyarsız kalmış hatta Başbakan MHP’yi suçlamaya devam etmiştir. Bu arada Başbakan terörü bitirmek için NATO’yu göreve davet etmiş, BDP’den önceki parti DTP’nin eski genel başkanı da Birleşmiş Milletleri davet etmek gerekir demiştir.
Sonunda gerçekler anlaşılmıştır. Cumhurbaşkanı Azerbaycan’a giderken uçakta yaptığı açıklamada “devlet terörü bitirmek için gerekirse her yolu dener” demiştir. Aynı gün Adalet Bakanlığı tekne kiralayarak İmralı’ya 2 avukat göndermiştir. İmralı’ya çalışan iki tekne onarımda olduğu için iki hafta ulaşım sağlanamamış. BDP genel başkanı da o sabah Bitlis’te yaptığı konuşmada “İyi haber bekliyoruz” demişti. Teknenin neden alelacele kiralandığı akşama doğru anlaşıldı. PKK sitesinde Kandil’deki terör elebaşısı “ Önderliğimiz ateşkes ilan etmiştir. Bu iyi değerlendirilmelidir. Fırsat kaçırılmamalıdır.” dedi. Bir gün sonra yapılan açıklamada “ Devlet yetkilileri ile önderliğimiz görüştü” denilmiştir. Bu açıklamaya hükümet tarafından bir itiraz gelmemiş AKP parti yetkilisi yalanlamıştır. AKP hükümetinin İmralı –Kandil ve onların siyasî uzantıları ile her konuda pazarlık ettiği anlaşılmıştır. Başbakan bu pazarlığı ifade edenlere çok ağır hakaretlerle saldırmakta ve kendilerinin bu pazarlıkta olmadıklarını söylemektedir. Zaten PKK liderleri de AKP ile görüştük demiyor ki, Devlet yetkilileri ile görüştük diyor. Peki devlet yetkilileri kendiliğinden mi yapıyor bu görüşmeleri? Hükümetin, siyasî iradesi ve bilgisi yok mudur?
6- Washington – Bürüksel-Erbil Lobileri: Habur’da tıkanan yıkım projesini “güzel şeyler olacak, anaların gözyaşları dinecek” diyerek başlatan Cumhurbaşkanı geçen yıl TBMM açılış konuşmasında terör konusunda “ Biz bir şeyler yapamazsak, birileri yaptırır” demek suretiyle teslimiyetçi anlayışlarını ortaya koymuştur. Kerkük yerine Erbil’de konsolosluk açılması, Bakanlarımızın sıklaşan Erbil ziyaretleri ve peşmerge liderinin abi denilerek kırmızı halılarla karşılanması bizim kırmızı çizgilerimizi ortadan kaldırmıştır. Başbakanın ve AB müzakerelerinden sorumlu devlet bakanının zaman zaman yaptıkları açıklamalar küresel güçlere verilen sözlerin olduğunu göstermektedir.
7- Türkiye ve Türk Milleti üzerine hesap yapan yabancı strateji kuruluşları: Çarpıtılmış ve güzel ambalajlar içinde sunulan sinsi siyasî planlar, gelişmişlik, kalkınma, büyüme, zenginleşmek, çağdaşlaşmak, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, yerel kültürleri yaşatma vs. kavramları kullanılarak Başbakanın sık sık tekrarladığı 36 etnik grup ve Cumhurbaşkanının ifade ettiği “farklılıklarımız zenginliğimizdir” görüşleri doğrultusunda bazı vakıf ve dernekler AB fonları ve Soros Vakıfları tarafından desteklenmektedir. Bunlardan biri olan TESEV tarafından hazırlanan anayasa ve yasalarda yapılması önerilen değişiklik teklifleri 19.07.2010 tarihli Bakanlar Kurulun’da görüşülmüştür. Anayasa ve yasalardan Türk adının tamamen temizlenmesi öngörülen 58 sayfalık bu raporun önsözünde Etyen Mahçupyan “ Hükümet bütün iyi niyetine rağmen anayasal zemin hazır olmadan başarılı olamaz” diyerek anayasa değişikliğinin önemine vurgu yapılmaktadır.
8- Siparişle sonuç oluşturan kamuoyu araştırma şirketleri: Aldıkları para doğrultusunda istenilen sonuçlar oluşturularak kamuoyunun arzu edilen yönde etkilenmesi amacıyla açıklama yapan ünlü şirketler vardır.
Milletimizin değer verdiği ve ümit bağladığı bazı kuruluşlar ve kavramlar bu yöntemle değer kaybetmiştir. Seçimlerden önce de bu şirketler sipariş edilen sonuçlarda seçmeni etkilediği gibi bugün de aynı yönlendirme çabaları vardır.
Sonuç olarak görülmektedir ki 12 Eylül günü sandıklarda seçmenin oy vereceği Anayasa değişikliği Türk Milleti’nin acil ihtiyaçlarına cevap vermek amacı taşımamaktadır. 12 Eylül ihtilalini yapanlardan hesap sorma iddiası ise mesnetsiz ve gülünç olmaktadır. Zira geçici 15. madde kalksa bile zaman aşımı bir yana Anayasanın 38. Maddesi ve 2004 yılında AKP hükümeti tarafından çıkartılan Türk Ceza Kanunun 7. Maddesi böyle bir yargılanmaya ve hesap sormaya imkân vermemektedir. Esasen AKP’nin böyle bir niyeti de yoktur. 28 Şubat sürecinin sorumlularından ve 27 Nisan E muhtırasının sahibinden hiç söz edilmemektedir. Hatta birisi danışman yapılarak, ikincisi ise üstün hizmet madalyası verilerek ödüllendirilmiştir. 12 Eylül’ün kalıntısı olan YÖK ve RTÜK en çok eleştirdikleri kurumlar olmasına rağmen değişiklikte yer verilmemiştir. Çünkü bu kurumlar artık kontrollerine geçmiştir.
Bu anayasa değişikliği paketi bireysel bazı haklar getiriyor gibi görünse bile asıl amacın doğrudan gizli ve sinsi PKK ve küresel güçlerle örtüşen bir AKP planı olduğu kesinlikle anlaşılmalıdır.
Başörtüsü konusunun çözüme kavuşturulması için yapılacak yasal düzenlemelerin artık Anayasa Mahkemesinden dönmeyeceğini düşünen iyi niyetli vatandaşlarımız, kutsal vatan topraklarının bir kısmı üzerinde bağımsız bir başka devlet kurulmasına gidecek özerklik yasalarının da aynı mahkemede reddedilmemesinin amaçlandığını sezmeleri ve iyice düşünmeleri gerekmez mi?
Başbakan’ın ifade ettiği gibi gerçekten Türkiye’nin manzarası değişebilir! Ya param parça olmuş bir ülke ya da kan gölüne dönmüş bir ülke. Yüce Türk Milleti bu oyunu bozmalıdır. Sandıktan çıkacak “HAYIR” sonucu sadece ülkemizi ve milletimizi değil AKP yetkililerini ve yandaşlarını da büyük bir felaketin taşeronu olmaktan kurtaracaktır.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli Arkadaşımız,
Ülkemiz iyi yönetilemiyor. Bunu ifade edince bazı kişiler “ siz zaten hep eleştiriyorsunuz, iyi işleri hiç görmüyorsunuz.” demektedirler. Yönetenlerin görevi her zaman her şeyin en iyisini yapmaktır. Yönetmeye talip olanların yanlış, hatalı, plansız hiç bir iş daha da önemlisi siyasî veya şahsî çıkar uğruna hiç bir şey yapmaya hakları olamaz. Bilerek veya bilmeyerek yapılan yanlışlıkları ortaya koymak milletimizle paylaşmak her vatanseverin görevi olmalıdır. Bizler bu görevi yapmaya çalışıyoruz.
Değerli Arkadaşımız,
Yeni yılın bu ilk mektubunda 2010 yılının kısa bir değerlendirmesini yapmak ve 2011 yılıyla ilgili bazı öngörülerde bulunmak istiyoruz.
Bu vesileyle 2011 yılının daha başarılı ve huzurlu geçmesi temennisiyle esenlikler dileriz.
Saygılarımızla.
TÜRK DÜŞÜCE HAREKETİ
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
2010 ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Değerli arkadaşımız,
2010 yılı, siyasi tarihimizde daima hatırlanacak olumsuzluklarla geçen bir yıl oldu. Üniter yapımıza en fazla bu yıl saldırı yapıldı. İktidarın, cumhuriyet döneminin bütün kazanımlarını hedef aldığı bu yıl açıkça görüldü. Cari açık tırmandı. Silahlı kuvvetleri zayıf düşürme gayretleri ivme kazandı. Terörü sonlandıracağı öne sürülen çift dilli ülke propagandaları yapılıyor. Önce anayasada sonra diğer yasalarda geçen Türk kelimesinin görüldüğü her yerden çıkarılmasına başlandı. Bütün bu gerçeklere rağmen, iyi bir yıl geçirdiğimizi söyleyen ve hükümete her fırsatta övgüler yağdıran bir medyamız var. Yandaş medyanın yanında, “muhalif görünümlü yandaş medya” gerçeğini de açıkça görmekteyiz. Yine bu yıl, mahiyeti belirlenememiş tuhaf bir ana muhalefetin olduğunu da gördük.
Türkiye’nin dış politikası iç politikaya giderek daha fazla malzeme oluyor. İsrail’le yaşadığımız ve kandırılarak götürülmüş evlatlarımızdan 9’unun şehit düştüğü Mavi Marmara Olayı, amacı iç politika olan dış politikanın malzemesi oldu. Batılı mahfillerde (CFR, Chatham House, Bilderberg gibi ) egemen Yahudi unsurlarla içli dışlı olan iktidar, her nedense Orta Doğu’da İsrail karşıtı bir yalancı izlenim vermeye çalışıyor. Oysa Tel Aviv’den sızan Wikileaks belgelerinden öğreniyoruz ki, meğerse Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Filistinlilere insanca yaşama hakkı tanımayan İsrail yönetiminin insanlık dışı tutumunu anlayışla karşıladığını kulaklarına fısıldamış. Bu Wikileaks belgeleri bizde de yoğun bir işbirlikçi trafiğinin olduğunu, bazı devlet adamlarımızın, politikacılarımızın, gazetecilerimizin Amerikan Elçiliğinin kapısından ayrılmadıklarını ve hatta elçi tarafından haber getir götür işlerinde kullanıldıklarını göstermektedir.
Orta Doğu’nun hâmisi pozlarındaki söz konusu göstermelik politikanın, Orta Doğu’da İran’ın yerini Türkiye’nin doldurmasını, kendi çıkarları açısından uygun gören ABD tarafından “planlandığı” ortaya çıktı. Amerikan medyası işin farkında ve Tayyip Erdoğan’a “rock yıldızı” diyor. Bu tutumun, 2011 seçim ortamında aktif olarak sürdürülmesi halinde, ülkemizin Orta Doğu’nun cadı kazanında içine düşeceği durumu bir düşünün! Nitekim füze kalkanı konusunda verilen demeçler ve buna rağmen dayatmaları kabul eden kararlar dünya kamuoyunun gözü önünde gerçekleşti. Füze kalkanı İran’a saldırması için İsrail’i yüreklendiren, buna karşılık İran’ın karşılık vermesini önleyen bir projedir. Barış projesi olduğu söylenir ama İran’ın elini ayağını bağlamayı amaçladığı apaçıktır. Ayrıca Türkiye’yi Orta Doğu’nun mazlum milletleri karşısında ABD’nin marabası olarak gösterme amacı taşıyan bir projedir. Söyleme göre, iktidarın politikası Osmanlı Milletler Topluluğu kurmak ve bu çerçevede bölgede belirleyici olmak, liderlik etmekmiş. Bu sözlerle ülkemiz topraklarına füze kalkanı yerleştirme kararının ne kadar çelişik olduğunu sizlerin takdirlerine sunarız.
Türkiye’de iktidarın temel politikası, dış güçlere, Türkiye’yi dağıtmak konusunda ümit veren bir tutum izleyerek alabildiği kadar borç almak ve bunları tüketim ekonomisinde kullandırarak iktidarının dal budak salması ve derinlere nüfuz etmesi için zaman kazanmaktır. Nitekim Ankara Ticaret Odası’nın araştırmalarından öğrendiğimize göre, Türkiye’de tamı tamına 41 milyon kişi borçluymuş. Üstelik borcun tutarı 475 milyar liraymış ve bunun yüzde 48’i tüketici kredisiymiş. Demek ki, borçla yatırımlar değil, tüketim finanse ediliyormuş. Bu tutar, Türkiye’nin 2011 bütçe giderlerinin iki katına yakın bir değeri ifade etmektedir. İktidarın sürdürdüğü reklamlarla, borçla yaşamak iyiden iyiye hayat tarzı oldu. İktidarın önümüzdeki seçimlerde bu kartı oynayacağından emin olabilirsiniz. Halka gizliden gizliye, eğer iktidarı zayıflatacak olursanız, krizler kapınıza dayanır, borcunuz temerrüde düşebilir, faizler tırmanır, döviz fiyatları artar, 2001 Krizi’nden beter duruma gelirsiniz, diyeceklerdir. Bütün bunları kamuoyuna duyurma görevi üslenmiş Ana Muhalefet Partisi’nin geçmişe takılıp kaldığını, kendi ifadeleriyle “68 Ruhu” ile donatıldığını, kongre salonuna astıkları 12 Eylül öncesine benzer pankartlarında hep birlikte gördük.
2010 yılı, demokrasi ve özgürlük edebiyatının tavan yaptığı bir yıl oldu. Diğer taraftan kuvvetler ayrılığı ilkesini rafa kaldırdık. Meclisi de, hükümeti de yargıyı da tek bir kişinin belirleyebilmesine imkân veren bir anayasayla yönetiliyoruz artık. Onlarca yandaş medya türetilmiş durumda. Bunlar hep bir ağızdan her durumda ve her akşam hükümete methiyeler düzüyor. Toplumsal yapımız, halkı doğru bilgilendirecek mekanizmalardan ve demokrasiye sigorta olacak unsurlardan bilinçli olarak tamamen yoksun bırakılmış durumda. Nelerin öne çıkarılması gerektiği, nelerin gözden uzak tutulmasının uygun olduğu yandaş medyanın mutfağında kararlaştırılıyor. Hükümet iktidar süresince, 17 kez Kamu İhale Kanunu’nu, 18 kez Sayıştay Kanunu’nu değiştirdi. İktidarın suçu kanıtlanmış rüşvetçi memurlarının suçlarının af edilmesine bile şahit olduk. İşin kötüsü, bütün bu arsızca ve utanmazca yasa yapma anlayışına karşı koyması beklenen muhalefetin iktidarın cesaretini kıracak bir gücü yoktur.
Değerli arkadaşımız,
2011 yılında Türk düşmanları yeni ve çok daha pervasız bir atılıma hazırlanıyor. Buna karşılık, uyandırma görevini yapabiliyor muyuz? Aslında şöyle sorsak da olurdu: Bizler uyanık mıyız? Teyakkuzda mıyız? Gelin bunu çevremizdeki dostlarımızla sorgulayalım. Mesela üniversite kadrolarını mercek altına alalım. Üniversiteler uyuyor mu, uyanık mı, uyuyormuş gibi mi yapıyor, yoksa durumdan kişisel olarak yararlanmanın yollarını mı arıyor? Hükümetin sığır etinin fiyat artışlarıyla değil, bizde müşterisi olmayan deve eti fiyatıyla enflasyon hesabı yaptığı, pinpon topu, çalı süpürgesi gibi ürünleri dikkate aldığı ortaya çıktığı halde kimse sesini çıkarmıyor. En büyük bankamızın genel müdürü, ekonomik büyüme dediğimiz şeyin bir ur büyümesi olduğunu ilan ettiği halde üniversitelerimizden kimse tartışmaya katılmıyor. Demokrasinin teorisi tartışılıyor ama demokrasi Türk Milleti lehine ürün vermiyor. İşin ilginci demokrasi üzerine en fazla nutuk çeken iktidar çevreleri ama demokrasiyi medya ortamında herkesin gözü önünde iğfal eden de aynı çevrelerdir.
İktidarın seçim propagandalarının muhtemel bazı unsurlarını şöyle özetleyebiliriz:
Seçim yaklaştıkça Ergenekon-Balyoz Davası üzerinde vaveyla koparmak, her gün yeni bir iddiaya ortaya atarak bunları mahkemeden önce medya ortamında duyurmak.
Düzmece ekonomik göstergeler yayınlamak. İşsizliğin azaldığını, büyüme hızının yükseldiğini, kişi başına gelirin katlandığını, ihracatın arttığını öne sürerek pembe tablolar çizmek.
CİA güdümlü olduğu bilinen Amerikan medyasında Türkiye’yi öven sipariş yazılar yazdırarak ertesi gün bunları Türkiye gündemine taşımak.
Ekonomik büyümenin gereksiz aşırı borçlanma yoluyla ortaya çıktığı gerçeğini gündem dışında tutmak ve olabildiğince gözden kaçırmak.
Danıştay ve Yargıtay üzerinden dinî konularda istismara devam etmek.
Ülkemizi istikrara kavuşturacağını öne sürdükleri yeni bir anayasa yapma vaadinde bulunmak. Fakat sözünü ettikleri anayasanın mahiyetini bilinçli ve hesaplı bir şekilde gizli tutmak.
Bütün bunlara karşılık, muhalefetin programını halka ulaştıracak imkânları çok sınırlıdır. Muhalefetin medyaya yansıyan etkinliklerinden biri, milletvekili olabilmek için birbirinin omzuna basanların sergilediği insan manzaraları olmamalıdır. Israrla gerçek gündem üzerinde durulmalı ve tehlikeler milletimize anlatılmalıdır.
Bu acı gerçeklere karşılık bizlerin yapabileceği bir şeyler daima vardır. Hazreti İbrahim’i ateşe attıklarında gagasıyla su taşıyarak ateşi söndürmeye çalışan serçeye, yaptığı işin bir yararı olmadığını söylemişler. O da cevap vermiş: Hiç değilse hangi tarafta olduğum belli oluyor ya!
Yazıklar olsun hangi tarafta olduğunu belli edemeyenlere!
Yazıklar olsun, sözünü çıkarına ve kendi kişisel hesabına göre ayarlayanlara!
Yazıklar olsun gerçekleri bildiği halde sırtını dönerek susanlara!
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
Her zaman olduğu gibi, son bir yıllık siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel durumların özetini sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Millet olarak dünyanın kötü gidişine uyduk. Deyim yerinde ise su üstünde yüzen eşyalar gibi sele kapılmış gidiyoruz. Kurtuluş reçeteleri yalan dolanlarla süslenerek zarflanıyor. Millet de mazrufa değil zarfa bakarak karar veriyor. Türk Milleti’nin düştüğü bu durum bizleri kaygılandırıyor; üzüntü ve endişe veriyor. Cihan hâkimiyeti ülküsüne sahip bir millet, bu durumlara düşmemeliydi.
Dünyanın gidişi dediğimiz şey, doğal değil, yönlendirme ve müdahale etmedir. AB ülkeleri ve ABD (önemsiz farkları bir tarafa bırakırsak) her şeyi birlikte projelendirmişler ve uygulamaya koymaktadırlar.
Projelerin ilki, ‘Bilgi Toplumu Oluşturma Projesi’ dir. İkincisi ‘Askeri Yenilmezlik Projesi’dir. Amacı; ileri teknoloji ile dünyayı kontrol altına almaktır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de bu sürecin bir parçasıdır. Devam etmekte olan bu projelerin 21. yüzyılda tamamlanması hedeflenmiştir. Türkiye’ye biçilen ‘Yeni Osmanlı’ misyonu ve ‘Arap Baharı’ söylem ve uygulamalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Komşu coğrafyalardaki gelişmelere bakıldığında sıfır sorunun yerini maskaralığa bıraktığı görülmektedir.
Dünya iktisadî coğrafyasında enerji kaynaklarının merkezi durumundaki Ön Asya ve Hazar çevresinin işgali ve kontrolü için yapılan işlemler gözler önündedir. Buralardaki kaynaklar ABD ve AB ülkelerine transfer edilmekte, çıkarılan engellerde her türlü ambargo uygulanmaktadır. Krizler bilerek çıkarılmış ve nitelikli dolandırıcılıklar yapılmaktadır. Batılı, yeni projeler üreterek hedef aldığı ülkelerde bu ülkelerin vatandaşları arasında çatışma çıkarmaktadır. Daha açıkçası siyaset, ekonomi ve din, emperyalizmin araçları olarak kullanılmaktadır.
Türkiye ne yapıyor? Görünen o ki, kendisine biçilen görevleri yerine getiriyor. Biz taviz vermekten, ABD ve AB de taviz beklemekten bıkmadı. Birçok istek ve taviz yerine getirildi; hatta bunlar için gerekli kanunlar bile çıkarıldı. Türkiye içinde bir kilise (din) devleti oluşturulması, azınlıklara Avrupa hukukunun tanınması, kilise vakıflarına gayrimenkullerin geri verilmesi (ki gerçekleştiriliyor), Ermeni isteklerinin karşılanması, Kürtlere muhtariyet verilmesi, yabancıların diledikleri kadar gayrı menkul edinme izni, Türk Silahlı Kuvvetlerinin asgari seviyeye indirilip, Batının bir karakolu haline getirilmesi, sınırlarda milis birliklerin kurulması, Anayasamızın ilk üç maddesinin değiştirilmesi istenmekte ve beklenmektedir. Daha açıkçası ‘Milli Devlet’ yerine ‘Çoğulcu Devlet’ modeli ile Türkiye’yi bölme ve çökertme planları yapılmaktadır. “Geçmişle yüzleşme, tabuları yıkma” ve “büyük devletler tarihlerinden korkmaz” sözleri ile Türk Milleti’ni imha çabaları “ ustalık dönemi” nin çözülme ve çöküşü ile gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu kapsamda açılım politikaları devam etmektedir. Bu yıl anlaşıldı ki PKK ile müzakerelerde son anda anlaşmazlık çıktı. Oslo görüşmeleri rezaletin göstergesi olmuştur. Nihayet Dersim isyanına; hükümet, ana muhalefet ve malûm koro özür yarışı başlatmıştır. Şehit edilen Türk askerlerinden hiç bahsedilmeden PKK’nın öncüleri sayılabilecek o günkü bölücü isyancılara sahip çıkılarak nereye varılmak istendiği de anlaşılmıştır.
Millî sanayi tesislerinin özelleştirilerek devlet denetiminden çıkarılması, küresel ekonomiye tam teslimiyet gibi istekleri, biz zaten uygulamaya başladık. Cari açık artışı sıcak para girişi ile gölgelenmekte, malî disiplin sarsılmakta, elimizde kalan varlıklar da satılmaya çalışılmaktadır. Açlığın, cehaletin ve adaletsizliğin ortasında medya, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve iş çevreleri kolayca kontrol altında tutulabilmektedir.
Bütün bu olan bitenler, M. Kemal Atatürk’ün “memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhid edebilirler” tespitini akla getirmektedir. Daha vahimi ülkemizde iktidar ve ana muhalefet ortaklaşa bu ithama muhatap bir görünüm arz etmektedir.
Ancak görünen o ki, Türkiye’deki göstergeler herkesi rahatsız etmesi gerekirken işbirlikçi yandaş medya, bu vahim durumu allayıp pullamakta gözleri kör, kulakları sağır etmektedir. Yoğun bir propaganda ile kitleler uyuşturulmakta, muhalif davrananlara infaz uygulanmaktadır.
Dinî cemaatler iktidara verdikleri destek karşılığında bakanlıkları paylaşmışlar devleti ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Daha açık bir ifade ile din söz konusu olunca herkesin eli, kolu bağlanmaktadır. Dikkat edilecek olursa yeni anayasa çalışmalarında iki şeye geçit vermek istenmektedir: Eski tabirle adem-i merkeziyet (ki bölünmeyi getirecektir) ve din özgürlüğü adı altında Türkiye’de dini cemaatleştirme (ki buna gayr-i müslim cemaatler de dahidir). Basın yayın organlarının tamamına yakını, koro halinde bunun propagandasını yapmaktadır.
Son on senede anayasa ile ilgili üç yazımızı sizlerle paylaştık. Konuyu aynı doğrultuda tek cümleyle ifade etmek gerekirse: Küresel güçlerin istedikleri gibi önce Anayasadan sonra bu coğrafyadan Türk adına ne varsa yok edilmeye çalışılmaktadır.
Ekonomik durum, propaganda araçlarıyla abartılarak sunulmaktadır. Başarılı oldukları taraf, inşaat işleri organizasyon ve uygulamalarıdır; fakat “arsa ticaretine dayalı bu inşaat işlerinde kullanılan fonlar ile yandaşlara ne kadar para kazandırıldı?” sorusu da unutulmamalıdır. Kısmî demiryolu ve karayolu iyileştirmelerinin de yeterli olup olmadığı tartışılmalıdır. Başarı durumunu Cumhuriyet döneminin tamamıyla, 2002 yılıyla ve dünyanın diğer gelişmekte olan ülkeleriyle mukayese ederek görmek gerekir. Şu kadarını söylemekle yetineceğiz. Cumhuriyetin ilk 80 yılında savaşlar, ihtilallar, krizler ve koalisyon hükümetlerine rağmen büyüme hızı ortalaması % 5 iken son 9 yılda güçlü tek parti hükümetleri döneminin büyüme ortalaması % 4,8 dir. 2002 sonunda dünyanın en büyük 17. ekonomisi iken bugün de aynı yerdeyiz. 2011 itibarıyla dünya ülkeleri arasında insanî gelişmişlik endeksinde 92. sırada bulunuyoruz.
Kayıt dışı ekonominin aklandığı arsa ve inşaat işlerine ait fonlardan, dış kaynaklı kredi ve sermaye hareketlerine ait gelirlerden, satılmak suretiyle özelleştirme gelirlerinden oluşan kaynak genişlemesine rağmen; içe ve dışa borç stoku sürekli artmış, dolaylı ve dolaysız vergilerin artışı milleti bıktırmıştır. Gelir dengesizliği sürekli büyümektedir. Memur, işçi, dar gelirli ve emeklilerin hayatında hiçbir iyileştirme gerçekleşmemiştir. Üretim ekonomisi yerine, tüketim ekonomisi tercih edilmiştir. Tarım ve hayvancılık sürekli gerilemiş, sağlığa zararlı ve genleri değiştirilmiş her türlü ürün ithal edilmektedir.
Kültürün yabancılaşıp yozlaşmasına, milli kültür ve kimliğin çöküş sürecine, iktidar sahipleri ve yandaş aydınlar ve kuruluşlar, her türlü kolaylığı göstermekte ve hiç rahatsız olmamaktadırlar. Eğitim sistemi çökertilmiş gayri millî, Türksüz ve ruhsuz bir duruma getirilmiştir. Bayrak, marş, dil, din, şehitlik gibi kutsal saydığımız her şey sulandırılıp tartışmaya açılmıştır.
İster kabul edin ister etmeyin, gittikçe olumsuzlaşan sürece eklenmiş son bir yılın bilançosu budur. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en huzursuz, sancılı ve tehlikeli sürecine ileri demokrasi ve özgürlük istismarlarıyla girmiştir.
Değerli arkadaşımız,
Bu görünüme rağmen hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın ki; bu ülkede Türk Milleti millî birlik ve bütünlük içinde ilelebet hür ve mutlu olarak yaşamaya devam edecektir. Ancak aşağıdaki hususları da bir defa daha ve özellikle Türk’ü sevmeyen siyasilere, medya mensuplarına, akademisyenlere, sözde aydın ve düşünürlere, sanatçı geçinenlere ve sermaye çevrelerine tekrarlamakta fayda görüyoruz.
- Türkiye’de Türk kültürü bütün unsurlarıyla millî birlik ve bütünlüğümüzün tutkalıdır.
- Her etnik grup millet değildir. Millet olmadan da devlet olmaz.
- Bu ülke kanla, canla kazanılmış ve savunulmuştur. Savunma devam edecektir.
- Bu ülkede yaşayan herkes kardeştir. Kardeşliği istemeyen bölücülerin sonu hüsran olacaktır.
- Bu vatan Türk vatanıdır. Devlet Türk devletidir. Ordu Türk ordusudur. Tek dil Türkçedir.
- İstiklâl marşımız ilelebet dillerden düşmeyecek, Bayrağımız ilelebet dalgalanacak, Ezanlar kıyamete kadar susmayacaktır.
- Anayasa ve yasalar Türk kimliğine bütün yönleriyle sahip çıkacak şekilde olmaya devam edecektir.
- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesine ve üniter yapısına sonuna kadar sahip çıkılacaktır.
- Bütün ekonomik kaynaklarımız sadece Türk Milleti için kullanılacaktır.
- Bilimin ışığında teknik ve ekonomik gelişme sağlanarak güvenliğimiz teminat altına alınacaktır.
- Türk gençliğinin “Müslüman Türk” gibi yetişmesini sağlayacak eğitim sistemi tesis edilecek ve “Ne Mutlu Türküm” demek gurur vesilesi olacaktır.
Ayağına dolanan hainlerden ve düşmanlardan kurtulma iradesini ve becerisini her dönemde gösteren Türk Milleti bu defa da millî varlığını tehdit eden her kuvveti yok etmeye muktedirdir.
2012 yılının ülkemiz ve milletimiz için hayırlı olması temennisiyle sizlere esenlikler dileriz.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi:
- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu : 6
34430 Fatih – İSTANBUL
- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah ÇİFTÇİ, Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
Son yedi yılda sizlerle anayasa meselesi ile ilgili görüşlerimizi üç defa paylaşmıştık. Ne yazık ki değişme olmadığı ve Türkiye’yi başkalaştırma isteğinin terk edilmediği anlaşılmaktadır. Bu ülke insanlarının çoğunluğu gafil ve hain olmadığı için, işin içinde cehalet ve rehavet var düşüncesiyle, söylemekten ve yazmaktan bıkmayacağız. Millî bilinç teşekkül edinceye kadar mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.
Biz önce devlet diyoruz. Kültür, vatan, millet, devlet bir bütündür. Devlet, değerlerini yaratmaz onlar devleti oluşturur. Devlet olmazsa hepsi tehlikeye girer. Aslında anayasa değişikliği veya yeni anayasa istekleriyle hedef alınan devlettir.
Devletin açık seçik üç özelliği vardır. Güç, adalet, milletine yabancılaşmamak. Üç özellik de aynı derecede önemlidir. Devlet güçlü olmazsa, bağımsızlığı ve adaleti sağlayamazsınız. Güç, adaletin yerine geçmez; ama adaletin gerçekleşmesi için otoriteye, yani hukukî, siyasî, ahlâkî ve millî güce ihtiyaç vardır. Yeter ki bu güç, şahsi veya grup menfaati (siyasî parti vb.) için kullanılmasın. Bağımsızlığın ve adaletin olmadığı yerde de devlet yok demektir. Belki o zaman arızî devletten, yani yabancılaşmış devletten veya doğrudan işgal devletinden söz edilebilir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millî devlettir. Varlığımızın temsil ve tescilidir. Asırlarca süren emekle, mücadele ile, göz yaşıyla kurulmuştur. Bazı aklı kısaların zannettikleri gibi 90 yıllık bir geçmişe sahip değildir. Yeniliği, zamana ve şartlara uygun bir yeniliktir. Oluşturduğu büyük kültür ve medeniyet merhalelerini bir tarafa bırakıp, karşılaştıkları çok önemli bazı varlık yokluk mücadelelerini hatırlayalım.
1- Talas meydan savaşı. Türkler ya Çinli’leşeceklerdi, ya da yollarına devam edeceklerdi. Galip gelerek varlık-yokluk mücadelesini kazanmışlardır.
2- Haçlı seferleri. Başlarında Türklerin olduğu İslam dünyası, 200 yıl süren 8 sefer karşısında zafer kazanmışlardır.
3- Çanakkale Savaşları. Sonuçları ve milletlerin kaderinin değişmesi bakımından, dünyanın en büyük savaşlarındandır. Burada da Türkler göğsünü siper etmiş Türk ve İslam dünyası birlikte kurtulmuştur.
Türk İstiklal Savaşı üzerinde bir şey söylemeye gerek var mı? Bu savaş Türk Milleti’nin dünya durdukça var olmaya devam etmek azim ve kararında olduğunun göstergesidir. Bu kadar varlık-yokluk mücadelesinden geçmiş, milyonlarca can vermiş, bunun yanında en yüksek kültür ve medeniyetleri inşa etmiş, insanlığa örnek hizmetler ve güzellikler sunmuş bir millete nasıl düşmanlık edebilirsiniz?
Tarih süreci devam ederken Türk Milleti’nin yanında kimler vardı? Bize yolda katılan bazı akraba topluluklar şüphesiz bizim kardeşlerimizdir. Eğer mücadelelerimizin bazılarında bunlar da vardı diyecekseniz, Türk şemsiyesinin altında var idiler. Bir kumandanın etrafındaki askerler gibi oldular. Bir ana kültürün etrafında yavru kültürler gibi toplandılar. Bir büyük nehire yolda kavuşan ve karışan kollar gibi oldular.
Türkiye Cumhuriyet Devleti vatanıyla, milletiyle, bir bütün ve tek organizasyondur. Siyasî, hukukî, sosyal bir teşkilattır. Geleneksel devlet sürecimizin de yeni bir safhasıdır. Bu yeni devlet “ ya olmasaydı” diye hiç düşündünüz mü?
İnsanlığa açılmak bu millet ve bu devletle mümkün olmuştur. İnsanlığa açılmak, zaten ancak milletler yolu ile olur. Millî kimliği kazanamamış insan yığınlarından, doğruca insanlığa açılmak mümkün değildir. İnsanlık yerine bir toplumu koyunuz, aileler olmaksızın bu toplum nasıl var olabilir?
Millet ve devlet tarihi süreçte oluşur. İnsanoğlu ve toplumlar, geçmiş-hal-gelecekten oluşan bir süreçtir. Eğer oluşmuş olan sosyal varlık millet ise millî değerler, millî kimlik ve millî devlet var olacaktır. Geçmişimiz olduğu için biz bugün varız. Selçuklu ve Osmanlı var oldukları için biz de varız. Aynı zamanda biz bugün var olduğumuz için onlar da vardır; çünkü geçmişimiz ancak bilinçlerimizde mevcuttur. Yoksa “dün” geçip gitmiştir. Bu gün Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti var olmasaydı, Selçuklu, Osmanlı ve daha öncekiler, kimin bilincinde var olacaktı?
Cumhuriyetin ve millî devletin kazanımlarını ve faziletlerini doğru dürüst anlatamadığımız ve anlayamadığımız, bu gün daha iyi anlaşılıyor. Bazı şeyleri ya kutsallaştırıp putlaştırdık ya da tersine onlara düşman olduk. İşlerine öyle geldiği için anlamak istemeyenler, bugün siyasetçi ve yönetici olarak iş başındalar. Kazanımlarımızın çoğuna ve millî bilince savaş açtılar. Türklüğe karşı çıkmaktadırlar. Dini de istismar ederek kendilerine dayanak yapmaya çalışmaktadırlar. Bir taraftan da yüce dinimizi, küçülte küçülte, ufkunu daralta daralta dini kin seviyesine indirdiler. Dindarı, kindar olarak yetiştirmek istiyorlar. Öncekilerin yapmış oldukları yanlışlıkları ve ortaya çıkmış eksiklikleri ise büyülte büyülte, haklı çıkmanın ve başkaldırmalarının aracı yapmaktadırlar. Yanlışlıklar, yenilerini ve daha büyüklerini doğurmamalıydı. Siyasette kin ve intikam olmaz; tamir, ıslah ve yeni yol anlayışları olur. Savaş duygusu, yapılan ve yapılabilecek olan güzel şeyleri de görünmez kılar.
Bu gün birçok sıkıntımız var. Ekonomik, hukukî veya diğerleri hepsi önemlidir. Fakat çözülüp dağılmaya ramak kalmış bir ailede, ekonomik sıkıntı olsa ne olur, olmasa ne olur? O ailede özgürlük diye savunduğumuz şey olmasa ne kaybederiz? Önce aileyi dağıtmamaya, çözmemeye çalışmalıyız.
Millî iradeden kuvvet almayan bir devlet zaafa uğrar. Zaafa uğradıkça, devlet içinde devletçikler, mafyalar, çeteler, terör örgütleri türerler. Bugün öyle olmuştur. Bu durumda, milletine, devletine, birbirlerine gittikçe yabancılaşan kurumlar oluşur. Bu kurumlar, birbirlerine destek olacak yerde köstek olmaya başlarlar. Siyaset askeriyeye, askeriye siyasete, hukuk siyasete, siyaset hukuka köstek haline gelir yahut hangisi veya hangileri hâkimiyet kurarsa, oligarşileşir. Bu gün böyle olmaktadır.
Rejim şekli ile devletin öz varlığı birbirine karıştırılmamalıdır. Rejim şekli ne olursa olsun, devlet milletin inanç ve iradesi, menfaati ve gelecek ideali üzerine kurulmuşsa, kurumları bu inanç ve iradeden güç alıyorsa, o devlet millî devlettir. Devletin öz varlığına kıyasla rejimler birer elbise gibidirler. Zamanı, şartları, modası vardır. Önemli olan millî zihniyetler ve millî ideallerdir; ancak bir rejim, milletin ve devletin öz varlığı ile daha iyi uyum sağlamışsa, o rejime saygı duyulmalıdır. Bu gün demokrasi, buna en uygun görünüyor. Fakat kurallarını iyi koymalı ve uygulamalıdır. Bu rejime tek başına bazı şeyleri indirgememelidir. Millî iradeyi, tek başına seçim belirlemez. Seçim bu iradenin yolunu açar. Eğer bu yolu açmıyorsa, orta yerde arızalar var demektir. Lütfen düşününüz, siz bazı seçilmiş insanlara her ay onbin lira maaş veriyorsunuz. Gel bu devleti ve milleti böl parçala diye. Türk Milleti’ne askerine hakaret et diye. Hainlerin ve işbirlikçilerin öne çıkarıldığı medya v.s. de öyledir. Bu durum belki demokrasinin gayesine uygun değildir; ama şekline ve yapısına pek ala uygun olmaktadır. Sınırları iyi tayin edilmez ve doğru dürüst uygulanmazsa, özgürlük ve demokrasinin kendisi büyük bir tehlike haline gelir. Kurumlar zaafa uğrarsa yahut görevlerini hakkı ile yapamaz hale gelirse, demokrasi ve özgürlüğün varacağı yer anarşidir. Seçimden seçime, bunları düşünmeden demokratik görev yaptığına inanan halkımız, bilinçlendirilmelidir. Vatandaşımız işini bilir, gerekeni yapıyor deyip seçim merkezli ona değer vermek iyi niyetli bir tavır değildir. “ Demokratik bir anarşi” ye alıştırılmış bir toplumda, her türlü rezillik, özgürlük ve demokrasi adına yapılmaktadır. Hatta bu rezillikler, demokrasinin gereği gibi gösterilmektedir. Türkiye bunun tam bir örneğini yaşamaktadır. Her şey bir yalan ve kandırma mekanizmasına dönüşmüştür. Yapılanlar haysiyet ile menfaatin değiş-tokuşudur.
Bu düzenden sadece hile, aldatmaca doğmaktadır. Bir de, adını kim koymuşsa güzel koymuş, “yandaş” doğmuştur. Gerektiğinde, “hayır böyle değil, doğrusu şudur” diyebilen danışmanlar yerine, “evet efendimci” yandaş danışmanlar iş başındadır. Menfaat için riyakârlığı sanat haline getirenler, devlet kademelerinin danışmanı, yani yandaşıdırlar. Medyada, iş hayatında, siyasette, bürokraside en acısı, hukukta ve güvenlik birimlerinde, yandaş türemiştir.
Kamplaşmalar, emperyalist faaliyetler, artmıştır. Dış ve iç düşmanla işbirlikleri pervasızca yürütülmektedir. Etkililer ve yetkililer ve bazı cemaatler, sırlarını milliyetçilerle paylaşmıyor, başta batılılar olmak üzere bize düşman olanlarla paylaşıyorlar. Dinden dem vurup duruyorlar ya, söyleyelim, Kuranı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin, çünkü onlar size kötülük etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları, ağızlarından belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür.” (Al-i İmran-118) bu ayeti, “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” ayetleri ile birlikte düşününüz. Bazı problemlerin, yanlışlıkların, sıkıntıların çözümü, bize düşmanca davranan küresel güçlere sığınmak ve onlarla işbirliği yapmak mıdır?
Adından başlayarak Türk’ün hayatına kastetmeye çalışanlar, yüce İslam dinini, çirkin niyetleri için alet edenler, tasarladıklarını daha rahat uygulayabilmek için yeni bir anayasa peşine düşmüşlerdir. Milletimiz elbette daha iyi bir Anayasayı hak etmektedir. Ancak güzel ambalaj içinde sunulmak istenen sinsî planları da irfanıyla fark edecektir.
Güzel vatanımızda, ayyıldızlı bayrağımızın gölgesinde dilimizi, dinimizi, millî birlik ve bütünlüğümüzü koruyarak ilelebet hür ve mutlu yaşamak azmi ve kararlılığını devam ettiren Yüce Türk Millet’i kimliğine de Devletine de sahip çıkmasını bilecektir.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi:
- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu : 6
34430 Fatih – İSTANBUL
- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah ÇİFTÇİ, Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
TÜRK MİLLİ EĞİTİMİ ve GELECEĞİMİZ
Değerli arkadaşımız,
Biliyoruz, Türk Düşünce Hareketinin mutat mektuplarını sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Geciktiğimizin biz de farkındayız; ancak ülkemizde öyle olaylar cereyan ediyor ki peşlerinden koşmaktan yazmaya zaman kalmıyor. Açıkçası ülkemiz varlık veya yokluk sınırında bir problemler yumağı haline gelmiştir: Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.
1. Devletimizin kuruluş felsefesi, millî devlet olma yapısı tartışmaya açılmıştır.
2. Etnik ırkçılık ve ayrılıkçılık körüklenirken Türk olmanın küçümsendiği bir sürece girilmiştir.
3. Türkiye'yi temelden değiştirerek tanınmaz hale getirici Anayasa çalışmaları hız kazanmıştır. Türk kelimesi Anayasadan ve milletvekilliği yemininden çıkarılmaya çalışılmaktadır.
4. Türkiye'de birlik ve beraberliği parçalayacak, Türkçe'nin yanında ikinci bir resmi dil çalışmalarından olan Türkçe–Kürtçe sözlük, Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nda yazdırılmaktadır.
5. Küreselleşme, demokratikleşme ve açılımlar adı altında etnik, dini ve kültürel ayrışma millî birlik ve bütünlüğü sarsmaya başlamıştır.
6. Millî Bayramlar sulandırılmıştır. Bu suretle Millî Egemenlik ve Millî Devlet tartışmaları hız kazanmıştır.
7. Habur rezaleti ile başlayan terör örgütü ile müzakereler Oslo'dan sonra artık açıktan sürdürülmektedir.
8. Anadilde savunma yolu ile yargı dilinin Türkçe dışına açılarak egemenlik haklarımıza saldırılmaktadır.
9. Yeni Vakıflar Yasasının çıkarıldığı, yabancılara mütekabiliyeti dışlayan toprak satışların adeta serbest bırakıldığı, mahalli dilin seçmeli ders yapıldığı, cami hutbeleri dâhil kamusal alanlarda Türkçe'ye ortak arandığı bir dönemden geçiyoruz.
10. Bazı belediyeleri derebeylik ve devletçik haline sokarak federal yapıya geçmeye yol açacak Yerel Yönetimler Yasası çıkarılmıştır.
11. Türkiye'nin Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Ortadoğu'da ve Avrasya'da siyasî ve kültürel tesirliliğini zayıflatıcı, yok edici gaflet ve ihanetlerin sergilendiği bir resim ile karşı karşıyayız. Çelişkilerle dolu bir dış politika sıfır sorun yerine tehlikelerle dolu bir sorunlar yumağına dönüşmüştür.
12. Türkiye, Irak, Suriye ve İran'dan toprak çalarak küresel gücün kontrolünde kurdurulmak istenen gecekondu devlet için çalışmalar hızlandırılmıştır.
13. Ekonomide, kapanamayan cari açık sıcak para girişi ile örtülerek kırılganlık devam ederken ülke kaynakları özelleştirme adı altında adeta peşkeş çekilmektedir.
14. Alt yapısı henüz olgunlaşmadan, pedagojik olarak da tartışmalı 4+4+4 sistemine alelacele geçilmiş okullarımız tam anlamıyla tarumar edilmiştir. Eğitim sisteminde var olan sorunlar daha da artmıştır.
Bütün bu problemlerin temel sebebi eğitim sisteminin millî olmamasıdır. O sebeple bu mektupta sizlerle Türk Millî Eğitiminin meseleleri üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
Türk Milleti insanlık tarihi içerisinde varlığını devam ettiren en eski milletlerden birisidir. Milletler aydınları ile ışık bulurlar. Aydının birinci özelliği eğitilmişliktir. En az bunun kadar önemli olan bir özelliği de ferasetidir. Aydın, ışığı bu feraseti ile halka götürür. Eğitim bir ışıktır, ışık sönerse halk karanlığa gömülür; ancak ışığı halkın feraseti yeniden ateşleyebilir. Buna karşılık ferasetsiz aydın milleti öldürür ya da başka milletlerin esiri yapar.
Aydın yaratmada eğitimin oynadığı rolü konu edindiğimizde siyaset kurumunun ve toplumsal sistemin eğitim yoluyla nasıl şekillendiğini de vurgulamış oluruz. Sosyal bütünleşmeyi sağlama ve gelişmiş bir toplum yaratmada eğitim, toplumların hayatında önemli rol icra eder. Bu nedenle devletler öncelikle eğitim sistemlerini düzenlerler. Bu sistem, o toplumun sosyal, kültürel, politik ve ekonomik özelliklerine uygun olarak kurulur ve gelişir. Sosyal değişmelerin bu düzenlemeleri etkilemesi tabiidir. Eğitim sistemleri toplumsal değişmenin etkisi altında şekillendiği gibi, aynı şekilde milletler ve devletler eğitim sistemleri ile tarihi süreçte yerlerini almaktadırlar. Demek ki eğitimin millîliği milletlerin kaderini belirlemektedir. Daha açık bir ifade ile eğitim, kesinlikle millî olmalıdır. Bu açıdan bakarsak;
Türk eğitim sisteminin, Türk Milleti temelli bir millî devlet yaratmada, başarılı olduğu söylenemez.
Devleti ve iktidarı elinde bulunduranların Türk toplum sistemi ile ilgili düşüncelerinde kafaları karışık, davranışları tutarsızdır.
Türk eğitim sisteminin felsefi temelleri doğru tespit edilmiş olsa da ilkelerin sisteme dâhil edilmesinde ideolojik yönelimler problem oluşturmuştur.
Eğitimin günlük siyasete alet edilmesi eğitim sistemini yaz-boz tahtasına çevirmiştir.
Eğitimin kültür aktarma görevini yerine getirememesi, aydın-halk ikileminin devam etmesine sebep olmaktadır.
Din eğitimi problemlerinin çözülememesi, dinin istismar edilmesini devam ettirmektedir. Bu da birilerinin işine gelmektedir.
Ders kitaplarına giren siyasi propaganda ve küresel güçlerin istekleri doğrultusunda millîlik vasfı sistematik olarak sulandırılmıştır.
Millî eğitim politikasını uygulayacak olanlar kadrolardır. Bu kadrolar, millete hizmet merkezli eğitilmiş, bilimin ışığında yürüyen kadrolar olmalıdır. Daha net ifade ile dünya anlayışı olan; dünyanın geleceği nereye gitmektedir, Türkiye burada nasıl bir tavır alacaktır, Türkiye'de yaşayan insanların hayatı nasıl bir hayat olacaktır? gibi meselelere basmakalıp biçimde değil, millî bünyeye uyumlu düşünceler geliştirebilecek bir hareket içinde olunması, Türk Milletine hayat verecek ve onu çağlar üzerine taşıyacaktır. Türk eğitim sisteminde rol alan kişilerin bu özelliklere sahip olup olmadığı tartışmalıdır.
Ülkemizde eğitim bilimi ile uğraşan binlerce sayıya ulaşmış akademisyen vardır. Bunların ne yaptıklar merak konusudur? Ya siyasiler ve eğitim politikalarına yön verenler bunlara güvenmemektedir ya da siyasilerin başka hedefleri vardır. Bize göre her ikisi de doğrudur. Türk eğitim sisteminde rol alan kişilerin millîlik vasfında zâfiyet vardır. Bu nedenle, Türk gençleri Türk milletinin millî, ahlakî, ailevî, insanî, manevî ve kültürel değerleri benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve her zaman yüceltmeye çalışan; insan haklarına saygılı bireyler olarak yetiştirilemiyor. Yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar, cana kıyanlar, millî ve manevî değerlerimize savaş açanlar, devlet ve milletin birlik beraberliğini bozmaya çalışanlar bu eğitimin ürünüdürler.
Gençlerin vicdanlarına yatırım yapılmalıdır. Vicdanlara ahlâkı yerleştirmenin yolları bulunmalıdır. Bireysel hak ve özgürlükler adı altında ayrışmalara zemin hazırlayacak faaliyetlere müsaade edilmemelidir. Geleceğimizin teminatı olan ülkemiz çocuklarına ortak değerlerimizi öğretmek zorundayız. Eğitimde ortak bir hedefin olması, tek tip insan yetiştirmek değildir. Buradaki amaç, aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların ortak değerler etrafında birleşerek sevgi, saygı ve mutluluk içinde kardeşçe yaşaması, millet olma şuurunu taşıması ve her zaman dayanışma içinde olmalarıdır. İnsanların toplumsal varlıklar olduğu düşünüldüğünde bu amaç, hem insani hem de tabiidir. Herkesin, kabiliyetine göre eğitim alması en tabii hakkıdır. Ancak bu hak kullanılırken devletin, milletin birlik ve beraberliğine zarar verecek etkinliklere kesinlikle müsaade edilmemelidir.
Ayrıca eğitimde öğrencilerin bireysel kabiliyet ve yetenekleri esas alınırken üstün yetenekli çocuklarla normal seviyedeki çocukları da ayırmak gerekir. İnsancıl bazı yaklaşımlarla hepsini aynı sınıflara koymak o çocuklar için bir haksızlık ve ülke için bir kayıptır. Üstün yetenekli çocuklarla ilgilenen özel kurumları devletin yakından takip etmesi ya da bu işi kendinin üstlenmesi gerekir. Bu çocuklarımızın yabancı ülke insanlarının eline geçmesi ülkemiz için ciddi bir kayıptır.
Öğretmenlik insana şekil verme sanatıdır. Bu, oldukça zor bir sanattır. Herkes sanatçı olamıyor. Dolayısıyla her önüne gelenin bu mesleği icra etmesi mümkün değildir. Devlet, öğretmen yetiştirme ile ilgili ciddi ölçüler belirlemelidir. Öğretmenlerin devletin felsefesini ve toplumun ortak değerlerini benimsemiş olması önemlidir; çünkü öğretmenler bir noktada toplumu inşa eden sosyal mühendislerdir. Öğretmen yetiştirme ve seçme Türkiye'nin güvenliği kadar önemlidir. İyi bir öğretmen elinde kötü bir öğrenci şanslıdır, fakat kötü bir öğretmen elinde iyi bir öğrencinin hiçbir şansı yoktur.
Öğretmenlik mesleği cazip hale getirilmelidir. Bunun için öğretmenin özlük hakları ile ilgili iyileştirilmelere gidilmeli, toplumsal mevkii kuvvetlendirilmelidir.
Yapılan öğretim programlarında millî hassasiyet her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Bilginin milliyeti yoktur. Ülke çocukları evrensel bilgilerle donatılmalıdır; ancak bu bilgiler toplumun millî ve manevî köklerinden kopmadan verilmelidir. Yani dilimizi, dinimizi, ahlakî değerlerimizi, tarihimizi, musikimizi kısaca kültür ve sanatımızın bütün inceliklerini, özelliklerini ve güzelliklerini çocuklarımıza öğretmeliyiz.
Neticede öğretmen kendisine verilen bir programı icra etmektedir. Bu sebeple müfredat programı çok iyi planlanmış ve üzerinde iyi çalışılmış bir program olmalı ki kazanan ülke çocukları olsun. Son millî eğitim şurasında alınan tavsiye kararlarından bazıları ve özellikle İstiklal Marşı ve Andımız konusunda gevşetme ve sonra tamamen kaldırma girişiminden derhal vazgeçilmelidir.
Devlet okulları yaz aylarında da açık olmalı ve işlevsellikleri halk eğitimine açılmalıdır. Eğitimle ilgili kanun yönetmelik ve genelgeler sürekli değiştirilmemelidir. Millî eğitim partiler üstü bir yapıya sahip olmalıdır. Gelecek öğretim yılında uygulanması için çıkartılan kılık kıyafet genelgesinden de vazgeçilmelidir.
Ülkemizdeki yabancı dil öğretimi tekrar gözden geçirilmelidir. Bir ülkenin bütün fertleri yabancı dil öğrenmek zorunda değildir. Zaten öğrenilememektedir; ancak önemli bir zaman ve sermaye heba edilmektedir. Yabancı dil ya seçmeli olmalı ya da dil okulları açılmalı ve isteyenler öğrenmelidir.
Ülkemizde din adına birçok problem üretilmektedir. Bu problemlerin bahane edilerek din üzerinden menfaatlerin öne çıkarılması problemlerin çözümüne engel olmaktadır. Türkiye'de bir din eğitimi probleminin olduğu doğrudur; ancak çözüm yollarında yanlışlıklar yapılmaktadır. Daha açıkçası ülkemizde din eğitimi problemi sırf İmam-Hatip Okulu problemi değildir. Bugün ülke siyasetine yön verenler İmam-Hatip Okulu problemini öne çıkartarak arka bahçe oluşturma ve geliştirme amacını güttükleri görünümü vermektedirler. İlköğretim okullarından bu yıl başlatılan Kuran okuma ve Peygamberimizin hayatı dersleri isabetli bir karardır.
Bu coğrafyada ve bu Ülke'de ilelebet Müslüman TÜRK kimliğimizle hür ve mutlu olarak yaşamak istiyorsak; bilimsel açıdan donanımlı, soran, sorgulayan, tartışan, düşünen, arayıp bulma becerisine ulaşmış, millî ve manevî değerlere ve adalet duygusuna sahip, cesur, sağlıklı ve akıllı nesiller yetiştirmek herkesin görevi olmalıdır.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Not: PTT ve kargo ile ulaşılan arkadaşlarımızın varsa e- posta adreslerini göndermeleri rica olunur.
Haberleşme Adresi:
- Süleymaniye, Şifahane Sok. No: 6
34430 Fatih – İSTANBUL
- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
: hayrettinnuhoglu@gmail.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ Merkez Heyeti: Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
Değerli arkadaşımız,
2013 yılı boyunca, birbiri ardına gelen ibretlik olaylara beraberce şahit olduk. Çözüm Süreci adı altında yürütülen faaliyetlerde karşılaştığımız manzaralar, iktidar ve yandaşı çevrelerde Türklüğe karşı ortaya çıkan saldırgan tavırlar, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardır. Ancak bu konular, çeşitli şekillerde değerlendirildi ve tepkiler gösterildi. Gösterilmeye de devam ediliyor. Biz bu mektupta, işlenmemiş bir konu olarak, Türkiye’nin imajının dünya kamuoyunda aldığı ağır yaralar üzerinde durmak istiyoruz.
En yetkili ağızlardan birçok kez tekrarlandığı gibi iktidar, yönetim ilkesini “kamuoyu algısını yönetmek” şeklinde özetliyor. Bu ifade en yetkili ağızların konuşmalarının satır aralarında birçok kez kullanıldı. Bu amaçla, başbakan, bazen günde üç yerde birden konuşma yaparak algı yönetimini hızlandırıyor ve medyaya anında aktarılan konuşmalar halka naklen yansıtılıyor. Medya, her gün saatlerce iktidarın görüşlerini sergilerken, muhalefet partilerinin söz konusu konuşmalara verdiği cevapları birkaç dakikaya sığan özetler şeklinde geçiştiriyor. Bunun sebebi algı yönetimini zaafa uğratacak, kafaları karıştıracak fikirleri politika ortamından derhal uzaklaştırmaktır.
İktidarın algı yönetim programının temel unsurlarından biri, 2023 yılında dünyanın en büyük on ülkesinden biri olacağımıza dair vaat ve söylemleridir. Son yıllarda her fırsatta bundan söz edildi. Oysa son birkaç yılda, dünya kamuoyu nazarında ülkemizin itibarını ağır biçimde zedeleyen ve yalnızlığa götüren bilhassa dış siyasette ve Gezi olaylarında birbiri ardına birçok olay yaşadık.
Herkesin bildiği üzere, dünyada her gün en çok izleyicisi olan konu futboldur. Evvelki yıl bir sabah kalktık, bir de ne görelim. Ülkemizde birçok kulüp yöneticisi ve futbolcu, organize şike örgütü kurdukları iddiasıyla gözaltına alınmışlar. Ülkemizin itibarı bu olay dolayısıyla bir darbe yedi. Daha sonra da hükümet çevreleri bu olayın üstünü örtmek için girişimler başlattılar. Bütün bunlar da itibarımıza ilave darbeler oldu. Bunun nedeni, futbolun spordan daha çok kumarın önemli bir aracı haline getirilmesidir. Hatırlanacağı üzere İddia, ülkemizde bu iktidar zamanında etkili tanıtım kampanyalarıyla başlatılmıştı.
Altını çizeceğimiz ikinci husus şudur: 2013 yılı yaz başlangıcında Mersin’de Akdeniz Oyunları’na ev sahipliği yaptık. Bir yandan da, Dünya Olimpiyat Oyunları’nı ülkemize kazandırmak için dışarıda propagandalar yürütülüyor, büyük paralar harcanıyordu. Hükümetimiz, algı yönetimi için bu oyunları ele geçmez bir fırsat bilmiş olmalı ki görkemli bir açılış töreninden sonra medyada ne kadar yüksek becerileri olan bir hükümet – ve bilhassa da dünya çapında başbakan – tarafından yönetildiğimize dair her gün yayınlar yapıldı. Haber başlıklarından bazıları şöyle: Açılış nefes kesti, Akdeniz Oyunları köşeyi döndürdü, Türkiye altına doymuyor; 9 günde 83 madalya ile rekor, Kazanan Mersin oldu vs. Televizyonlarımızdan görkemli bir de kapanış izledik; ama sonra ne oldu? Tamı tamına 55 sporcumuzda doping çıktığını öğrendik. Algı yönetimi örgütünün yeni bir fiyaskosu yüzünden dünya kamuoyu önünde bir kez daha rezil olduk. Neden? Çünkü algı yönetimi ekibi amatör sporcuları profesyonelleştirdi. Onlar ne yapıp edip madalya getirecekler, madalyalar kamuoyunun gözünün içine sokulacak, iktidara övgüler düzülecek, iktidar da altın madalyayı getirenlere 2000 altın verecekti. Sonuçta, dünya kamuoyu önünde bir kez daha itibarımız zedelendi. Konunun üstü de ustalıkla kapatıldı. Kimse bu vahim durumun üstüne gitmedi.
Üçüncü olarak, 17 Aralık’ta, Bakanlar Kurulu düzeyinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile karşılaştık. Savcılık 4 bakanın içinde bizzat rol aldığını ses kayıtlarıyla hâkimlerin önüne koydu ve çeteyi tutuklamaya başladı. Meğerse biz, faiz lobisi tarafından sadece dıştan de-ğil, iktidar lobisi tarafından içten de iliğimize kadar soyulmaktaymışız. Böylece, rüşvet yüzünden dünya kamuoyu önünde üçüncü darbemizi yedik. Neyse, hele mahkemeler sonuçlansın, demek mümkün iken, başbakanın hukuk sistemimize, savcılara, hâkimlere karşı giriştiği sözlü saldırılar ve tehditler yüzünden dünya kamuoyu önünde muz cumhuriyetinden beter duruma düştük. Halkın yüzde 50’sine yakın bir kesimin oyunu alan ve bu kadar geniş bir katılımla başa getirilen iktidar marifetiyle dopingle, şikeyle, yolsuzlukla anılan bir ülke konumuna indirgendik. Bu günlerde, her türlü kötülüğün kol gezdiği Kolombiya bile itibar sıralamasında bizden daha üstte. Buna halkımız değil, iktidar neden oldu.
Başbakan, her nedense, mahkemelere intikal etmiş bir konuda her gün cesaretle konuşuyor. Hâkimlere, savcılara, emniyet mensuplarına savaş açtı. Manzarayı gören, Batılı ülkelerin yetkili ağızları fırsatı kaçırmadı ve birer birer ülkemizi küçük düşüren demeçler vermeye başladılar. Çünkü onların davası, Orta Doğu’da Türkiye’yi daima itibarsız konumda tutmak ve Türkiye’yi ahlaken düşük karakterli insanların yönettiğini göstermektir. Yazılı ve görsel medyada gerçeklerin tam tersine, her gün yapılan yayınlarda olayların üstünü bir kez daha örtmek için ne gerekiyorsa yapılmaya başlandı. Kamuoyu algısı yine yönetilmeye başlandı. Sokakta, çarşıda ve cami avlusunda işittiğimiz veya medyada büyük puntolarla yayınlanmış görüşlerden bazılarını aşağıda sunuyoruz:
• Onlar dindar adam, para yemezler.
• Para yiyorlar ama hizmet de yapıyorlar.
• Adam imam hatip okulu yaptıracakmış, paraları onun için evinde saklıyormuş.
• Kefenimizle geldik, ölümüne seninleyiz.
• Devletini ve milletini seven herkesin Erdoğan’a destek olması gerekir.
• Operasyonun arkasında karanlık güçler var; baronların son oyunu.
• Biz kasetlerle yürümüyoruz; hepimiz Tayyip’in askerleriyiz.
• Yargı ve emniyetteki odaklar eliyle bize karşı komplo ortaya kondu.
• Oyum İslam düşmanlarına karşı yine AKP’ye.
• Operasyon çözüm sürecine tuzaktır.
• Şike olayının üstü nasıl örtüldüyse bunun da üstü örtülür, onun için sonuç değişmez, boşuna uğraşmayın.
• İnsanlar yolsuzluk yapabilir, insanlık halidir, anlayışlı olalım.
• Onlar tuzaklarını kurmaya devam etsinler ama halkın ve hakkın tuzağından daha güçlü tuzak yoktur.
• Kenetleneceğiz; in de inelim, gir de girelim.
• Neymiş bir çantayla eve girmiş, çanta olmadan çıkmış. Çantanın içinde ne vardı? Hepimiz bir eve giderken elimiz boş gitmeyiz. Maksat farklı.
• AKP adayına oy vermeyi düşünüyorum.
• AKP’den başka kim var ki?
• Evde olabilir o para. Satılan villanın parasıdır. Benim mal varlığım değil, oğlumun. Biz abdestimizden eminiz.
• BDDK’ya incelettik, Halk Bankası’nda olumsuz bir şey yok.
• Ben şükrediyorum bu operasyon erken çıktı. Hamdolsun halledeceğiz.
Medyaya yansıyan gerçekler karşısında bu sözlerin hangisi tutarlı açıklama kabul edilebilir? Bu kadar arsızlaşma nasıl mümkün olabiliyor? Bu insanlar nasıl insandır? Türk Milletiyle dalga mı geçiliyor?
Başbakanın ve hükümet üyelerinin mahkemelere düşmüş bu olayı kendi usullerince kapatmaya çalıştığı apaçık ortada.
Sizce halledebilirler mi? Akbil olayı gibi, deniz feneri olayı gibi, doping olayı gibi, şike olayı gibi, bu devasa yolsuzluk olayının da üstü örtülebilir mi sizce? Eğer örtülürse, gelecek kuşaklara nasıl bir Türkiye bırakmış oluruz? Bu takdirde biz nasıl insanlar olmuş oluyoruz? Benim ne suçum var demek doğru olur mu? Bu durumda doğru soru şu olabilir: Benim neden rolüm ve etkim yok? Manzarayı dışarıdan görenler bizim için ne düşünüyor olabilir? Hem dışarıdan hem içeriden soyulmaya razı gelmek ne demek? Olayları seyretmekle kalamayız. Sorumluluklarımızı kabullenmek ve elimizden geleni yapmak zorundayız.
Olayların üstünün bu kez örtülememesi için medyadan umutlu olmadığımızı itiraf etmeliyiz. Çünkü yandaş medya patronları da iddianamelerin içinde var. Basına sızan iddianame sayfalarından birinde, söz konusu patronlardan birinin, şimdi tutuklu bulunan Halk Bankası genel müdürüne telefonda “Süleyman bana 2 milyon gönder, ben sana sonra reklam faturası gönderirim”, dediği yazılıdır. “Hayırsever” genel müdür, ne yaptı bilemiyoruz. Bu iddianın doğruluğunun kanıtlanması demek, soyguncu taifesinin arsızlığı hangi boyutlara vardırdığının, ne kadar cesur davrandığının da kanıtlanmış olması demektir. Bu nedenlerden dolayı, yolsuzlukların üstünü örtmek isteyenlerin lobisinin maddi açıdan çok güçlü olduğunu düşünüyoruz.
Bütün bunlara rağmen, unutmayalım ki biz halkız; köyde, kentte, kahvede, camide, sokakta, otobüste, insanlarımızla tek tek konuşarak uyarma görevimizi yapabiliriz, yapmak zorundayız. Habur rezaleti, Oslo görüşmeleri ve İmralı – Kandil müzakereleri nasıl güzel cümlelerle gizlendiyse, referandum nasıl “yetmez ama evet” propagandasıyla süslendiyse, milli ve manevi değerlerimiz nasıl ayaklar altına alındıysa, Müslüman Türk kimliğiyle pervasızca nasıl oynandıysa, ekonomik büyük soygunun görünen bu küçücük aralığını kapattırmamalıyız ki bu konu da kapatılmasın. Soygun yanlarına kâr kalmasın.
Türk aydınlarını, kendini Türk hisseden herkesi, halka giderek gerçekleri ve gelecekte bizi bekleyen tehlikeleri anlatmaya davet ediyoruz.
Bu vesileyle 2014 yılının Ülkemize ve Milletimize hayırlı olması temennisiyle size ve ailenize sağlık, mutluluk ve esenlikler dileriz.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
Haberleşme Adresi:
- Süleymaniye, Şifahane Sok. Nu : 6
34430 Fatih – İSTANBUL
- Belgegeçer : (0212) 526 18 91
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah ÇİFTÇİ, Abdullah KEDEROĞLU, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, İbrahim OKUR, Kemal ATA, Mehmet GÖZAY, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
17.01.2015
Değerli arkadaşımız,
Uzun zamandır sizlere yazma imkânımız olmadı. Gün geçtikçe çoğalan meseleler karşısında eylem mekanizmalarımız adeta çalışamaz duruma geliyor. Her ne kadar sözün bittiği yerde olsak da meselelerin bazıları üzerindeki görüşlerimizi sizlerle paylaşmaya devam etmek istiyoruz.
Her gün yeni bir merhale kat eden bölücü hainler, nihayet baklayı ağızlarından çıkararak İmralı’da hazırlanan müzakere taslağında bulunan konuları açıkladılar. Özerklik, genel af, anadilde eğitim ve daha birçok konu için hükümet tarafının söz vermiş olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ne yazık ki gerçekten Türk Devleti ve Milleti bölünecek duruma gelmiş bulunmaktadır. İsyancı hain tarafın kafasında başından beri hep bağımsız devlet fikri var olmuştur. Hainlere bu imkânları yaratan işbirlikçi tarafın kafasında da özerk eyalet sistemi ve bu eyaletlerin oluşturduğu devlet başkanlığı yatmaktadır.
Eyaletlerin şimdilik, Türk Milleti hazmedene kadar, yerel yönetimlerin kendi kararlarını verecek şekilde planlandığı söylenmektedir. Model almak istedikleri Almanya’da her Alman, Alman milliyetçisidir ve hatta Hitler kadar Almandır. Eğitim dili de Almancadır. Esasen Almanya iki asır evvel yoktu. Eyaletler birleşerek Almanya’yı meydana getirdiler. Biz ise bölünmeye, parçalanmaya çalışıyoruz. Bu yapılanları milletimize anlatmalıyız: Çünkü vazo kırıldı mı eski haline gelmez, ülke parçalandı mı geriye dönülemez.
Biz ırkçı değiliz, fakat hem bölücü hainler ırkçıdır, hem işbirlikçileri Türk düşmanlığıyla ırkçılık yapmaktadırlar. Etnik çoğulculuk esası ile birçok etnik gruba, gerçekte Müslüman Türk kültürü içinde hemhal oldukları halde, kaşıya kaşıya onlara ırkçılık fırsatları yaratmaktadırlar.
Ziya GÖKALP der ki: “Bir kimse kanca müşterek olduğu insanlardan ziyade dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister.” Bu durum tarihi süreçte böyle olmuştur. Dil, din, tarih yeniden ve tekrar tekrar inşa edilemez. O kendi kanunları ile tabii olarak oluşur.
Yeni bir millet yaratmanın yolunun bunları suni olarak yaratmaktan geçeceği zannediliyor. Oluşmuş müşterek tarihi ayrıştıracaksın, yeni millete yeni bir tarih inşa edeceksin. Olacak şey mi? Mahali dili milli dil haline getireceksin. Dini de siyasileştirecek ve ideolojileştireceksin.
Evvelki hafta Diyarbakır’daki din toplantısında istismarlar yapılarak, yeni millete(!) uygun hale getirilmiş bir din arayışlarını da gördük. Acı olan taraf şudur ki yalan dolanla, din istismarıyla, algı yönetimiyle, saf halkımız gözü bağlı hale getirilmiş, basireti bağlanmıştır. Esefle söyleyelim insanlarımızın önemli bir kısmı, kör, sağır ve dilsiz olmuştur.
Siyasi iktidar başta tarih olmak üzere her değeri alt üst etmek suretiyle politikalar üretmekte, her gün yeni bir gündem, yeni bir kavga, yeni bir tahrik heyecanı sunmaktadır. Bu politikaların amaçlarından biri muhalefeti tahrik ederek yapılan yolsuzluk ve yanlışlıkları örtbas etmektir. Devlet; açık devlet, derin devlet, gizli devlet, kirli devlet birbirine karışmış durumdadır.
Türk tarihi sorgulanmakta, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yeni bir tarih inşa etmeye cüret edilmektedir. Bu inşa gayretinde bölüp parçalamayı ihmal etmemektedirler. Muhalif olanlara söylediklerine bakınız: “Sivas’tan öteye geçemezsiniz, Tunceli’ye gidemezsiniz.” Vatan topraklarını böldüklerinin veya bölmek istediklerinin itirafı değil midir bu? Şımarık hainler ne diyor: “Diyarbakır bizim, Türkiye hepimizin.” Türkiye de bizim diyenlere bile rastladık. Hastalık canımızı derinden acıtmaya başlamıştır. Orhan TÜRKDOĞAN Hocanın dediği gibi; Vatan hasta, vatan hasta, vatan hasta…
Atalarımız geçmişte iyi ve doğru işler yaptıkları gibi, yanlışlar da yapmış olabilirler. Hata yapmamış olsalardı, düşmanın Erzurum’da, İzmir’de, Gaziantep’te, Şanlıurfa’da, Sakarya’da ne işi vardı? Tekerrür etmemesi için ibret almak gerekir; fakat süreci saptırarak, tarihi başka türlü okumaya, bu saptırmaya dayanarak geleceği inşa etmeye kalkmak kabul edilemez.
İsyanları bile kutsayacak bir yol tutmak, hainlikten başka bir şey değildir. Güneydoğu’daki bazı üniversitelerde, özellikle İlahiyat Fakültelerinde dersler Kürtçe okutulmaktadır. Kürtçe bilmedikleri için anlamadıklarını söyleyenlere ise “burası Kürdistan ya öğrenin ya çıkıp gidin” denmektedir. Türkiye kupası maçları için Cizre’ye, Diyarbakır’a giden futbol takımlarına yapılanlara ne demeli? Saldırı, tehdit, İstiklal Marşı’nı yuhalamak, Türk bayrağı yerine acayip bez parçaları asmak, terörist başı için pankart açmak, amed ismini yazmak kamu düzeninin neresinde vardır? Gerçekler göz ardı edilerek, açılım diyerek, demokrasi (!), özgürlük (!) adıyla cinayet işlenmektedir.
Yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’ün milli ve üniter devlet yapısına savaş açtılar. Bu savaşta koalisyon yapmış olanların kavgaya tutuşmalarını yalnız Türkiye değil, bütün dünya seyretmektedir. Yaptıkları şer ittifakı ve yapacakları başkalaştırma düzeni sebebiyle Yüce ALLAH’ın buna izin vermeyeceğini hala anlayamamışlardır.
Osmanlı hasretiyle, daha doğrusu istismarıyla, yaptıkları işlerin bazılarının ortaya çıkmasıyla düştükleri durumu, milli ve dini hayata sinsice cephe almalarını, sayelerinde yüce dinimizin nasıl alay konusu edildiğini, hayretle ve ibretle izlemeye devam etmekteyiz.
Unutulmamalıdır ki dün olduğu gibi bugün de Türk Milleti bütün badireleri atlatmaya kararlı ve muktedirdir.
Bu vesileyle 2015 yılının her yönüyle Ülkemize ve Milletimize hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ediyor, size ve ailenize esenlikler diliyoruz.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi
Adına
Hayrettin NUHOĞLU
- Telefon : (0216) 445 49 07/08
- Belgegeçer : (0216) 445 49 39
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@gmail.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah KEDEROĞLU, Ekrem ÖZBAY, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, Hayri ÖZENLİ, İbrahim OKUR, Kemal ATA, M. Akif DEMİR, Mehmet GÖZAY, Nail KINALI, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Sedat ÖZALTIN, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
10.03.2015
Değerli arkadaşımız,
Türk Düşünce Hareketi olarak bugüne kadar kaleme aldığımız pek çok mektupta, eğitim meselemiz üzerinde durduk. Milli meselelerimizin başında gelen eğitime yönelik bu duyarlılığımız, zaman ilerledikçe daha bir önem kazanmıştır. Çünkü ele aldığımız problemler artarak devam etmektedir. Bu çerçevede, eğitimin fert ve toplum hayatındaki önemi eğitimin milliliği, din eğitimi ile ilgili sorunlar, aile ve eğitim, yabancı dil eğitimi ve öğretimi gibi konularda farkındalık oluşturmaya çalıştığımız bu mektuplar zincirine yeni bir mektubumuzu ekliyoruz.
Meseleye şuradan başlarsak, onun hayati önemi ve geldiğimiz vahim durum daha iyi anlaşılacaktır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti birileriyle anlaşma imzalamaktadır. Anlaşmalar, iki ayrı devlet ve millet, iki farklı siyasi ve sosyal grup arasında olur. Anlaşma masasına oturduğumuza göre, bu farklılıkları peşinen kabul ediyoruz demektir. Yapılan bu anlaşma, işçi ve işveren anlaşmasına benzemiyor. Çünkü işin içinde silah ve silah bırakma var. Bu anlaşma devlet kurumları ile sivil toplum kuruluşları arasında yapılan bir anlaşmaya da benzemiyor. Bir şirketle yapılan yatırım işi de değildir bu. Bu 30 Ekim 1918’de 25 maddelik anlaşma metni olan Mondros Mütarekesine benzemektedir. Tam 97 yıl sonra kimler hangi hesabı yapıyor? Şöyle ki; bir milleti ikiye ayırıp, bir devleti iki parça farz edip yeni millet, vatan ve kimlik tanımı, silahları bırakma ve özgürlük hakkı, nihayet taşıdığı potansiyel bakımından bağımsızlık tanıma hakkı olarak ele alınmaktadır. Peki, taraflar kim? Devleti yönetenler ile terör örgütü lideri ve ona bağlı siyasi ve dağ kadroları. Anlaşmaya oturan şahıslar kim? İki tarafın, aynı eğitim sisteminden geçmiş okumuşları. İşin vehametini eğitimimizin verdiği dehşetengiz sapmaları görebiliyor muyuz? Hani eğitim milliydi? Milli Eğitimin başındaki milli, bir kelimeden ibaret kalmıştır.
Demek ki eğitim öğretimimiz hem milli değildir, hem de birçok psikolojik ve sosyal hastalığı taşımaktadır. Bu kısa mektupta ayrıntılarıyla ve bilimsel çerçevesiyle meselenin üzerinde durmamız mümkün değildir; ama ana hatlarıyla ve başlıklar halinde ele alacağımız yönlerini sizlerle paylaşmak gerektiğine inanıyoruz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tespit edilmiş olan milli eğitim sistemimizin ilkeleri ve hedefleri ile bu istikamette oluşturulan uygulamaya yönelik düzenlemeler arasında zamanla çok ciddi açıklar oluşmuştur. Gittikçe kendine yabancılaşma artmış, yani milli, kültürel, dini uzaklaşmaya, yozlaşmaya maruz kalınmış ya da istismarlar boy göstermiştir. Ayrıca dünyada ve ülkemizde yaşanan sosyal, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknolojik ve kültürel değişmeler güçlü eğitim reformlarıyla sosyo ekonomik kalkınma ve refah düzeyini artırabilecekken bugünki eğitim sistemimiz özellikle milletimizin, yaşadığı hızlı değişim süreci içerisinde sosyal gelişmeler adına yetersiz kalmıştır. Kurumsal yapılanmalardan yasal düzenlemelere ve müfredat içeriklerine varıncaya kadar aziz Türk Milleti’ni XXI. yüzyıla hazırlaması gereken eğitim sistemimiz, yıllardır birikerek büyüyen sorunlarından dolayı, insanımızı geleceğe hazırlamak şöyle dursun, onun önünde bir engel olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır.
Ülkemizde her iktidarın değişmesiyle her şeyin sil baştan yapıldığı müzmin şikâyet konularımızdan biridir. Bu şikâyetten en çok nasibini alan da Milli Eğitim Bakanlığımızdır. Her bir bakanın birbiriyle çatışan uygulamalar getirmesi hangi iyileşmeleri sağlamıştır? Milletin istikbalini öngörebilmede deneme yanılma yoluyla sonuca gidilemeyeceği aşikârdır. Maalesef genç nesiller kurban edilmekte, milletin emaneti kötü yolda kullanılmaktadır.
Debdebe ve şaşaa ile reklam edip başlattıkları sözde asrın projelerinin fiyasko ile sonuçlandığını yaşayarak görüyoruz. Algı operasyonu denen allama ve pullamalarla ilerleme safsataları bombardımanı karşısında kaldık. Bugünkü eğitimden sorumlu baronlarımızın ağız-larında pipet, ellerinde süt şişeleri, suni bir tebessümle poz verirken ne kadar iğreti bir yüz ifadesiyle kameralara baktıklarını görebilirsiniz.
Ayrıca eğitim çalışanları tamamen siyasileştirilmiş durumdadır. Okul ve kurumlarda görevlendirilen yöneticilerin belli bir sendikaya mensup kimselerden olmasının makul bir izahı yoktur.
Eğitimde temel alan ve unsurlar insan, kurum ve programdır. İnsan unsurunu öğretmen, öğrenci, veli teşkil eder. Kurum; okullar ve diğer teşkilatlardır. Öğrenci, eğitim-öğretimin etkisinden çok sokağın, medyanın hâkimiyetinden kurtarılamamış, çağdaşlık diye magazin ve dedikodunun, albenili dünyanın esiri edilmiş, bunları aşabilecek bir eğitim verilememiştir. Arka bahçe olarak görülen okulların hızla çoğaltılarak çare aranması sinsi bir siyasi plandan öteye geçememiştir. Öğretmenin durumu içler acısıdır. Dünyanın en kutsal işini yapacak olan bu meslek sahibine karnını doyuracak bir imkân bile sağlanmamıştır. Ona tepeden bakanların da onun ürünü olduğu çelişkisi yaşanıp durmuştur. Programa gelince, insanî, millî, çağa uygun hedefleri yakalamada aciz kalınmış, nasıl bir insan tipi yetiştirmenin programı olduğu hala anlaşılamamıştır.
Anaokullarına kadar inen bir yabancı dil öğretimi, hele yabancı dille eğitim, faciaların en büyüğüdür. Yabancı dil kime lâzım olacaksa, belli bir öğretim kademesinde ona verilir. Bir yabancı dil seferberliği yürütmek, peşinen sömürge ülkesi olmanın göstergesidir. İngilizce gibi bir başka dilin dünya dili olduğuna teslim olmaktır. Gönüllü sömürge olmanın akıbetlerini dünya görmüştür.
Dertler o kadar çok ki çirkin ve zalim bir kapitalizme dönüşen düzen, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da boy gösteriyor. Teknolojiye yapılan yatırım amacına ulaşmıyor. Şunu unutmamak gerekir ki eğitim paydaşları içinde en çok yatırım yapılması gereken öğretmendir. Bu aynı zamanda öğrenciye ve milletin geleceğine yatırım yapmak demektir.
Eğitim bu dönemde olduğu kadar hiçbir dönemde tarihi, milli, ahlaki, dini, hukuki ve insani zeminde kayma yaşamamış, kaos ortamına düşmemiştir. Başta öğretmen ve diğer eğitim paydaşları hiç bu kadar mutsuz ve umutsuz olmamıştır.
Bir milli seferberlik başlatılmalıdır. Aksi takdirde milli eğitimle birlikte Milletimiz fitne, kargaşa ve parçalanmaya doğru sürüklenmektedir. Kurtuluş tam anlamıyla Milli Eğitimle mümkündür; çünkü eğitim her şeyin temelidir. Eğitim-öğretim parti siyasetinin ve partizanlık tutumunun baskısından kurtarılmalı, partiler üstü istikrarlı, ilkeli, milli siyasetin, bilimin ve uzmanların emrine verilmelidir.
Türklük duygusunu temelden yok etmeye yönelik bütün kararlar iptal edilerek Milli Eğitim temel kanununda yer alan hususlar ile Anayasanın başlangıcındaki kuruluş felsefesi yeniden tesis edilmelidir.
Ülkemiz bir seçim dönemine girmiştir. 7 Haziranda yapılacak olan 25. Dönem Milletvekili Genel Seçiminin Türk Milletini tehdit eden bütün hususlardan kurtuluşunu sağlayacak sonuçların çıkması en büyük arzumuzdur.
Sonuçların Ülkemize ve Milletimize hayırlı olması temennisiyle size ve ailenize sağlık, mutluluk ve esenlikler dileriz.
Saygılarımızla.
Türk Düşünce Hareketi Adına Hayrettin NUHOĞLU
İletişim Bilgileri:
-Telefon : (0216) 445 49 07/08
- Belgegeçer : (0216) 445 49 39
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
: hayrettinnuhoglu@gmail.com
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
05/08/2016
Değerli arkadaşımız,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 93 yıllık dönem içerisinde, en büyük krizlerden birini yaşamaktadır.
Türk Düşünce Hareketi olarak; 25 yıldan beri Türk Milleti’nin ilelebet hür ve mutlu yaşayabilmesi için yapılmasının doğru olduğunu düşündüğümüz fikirlerimizi, resmi-sivil kurumlarla ve siz değerli arkadaşlarımızla paylaştık.
Merkez Heyetimiz üç aylık yaz tatili sebebiyle toplanamadığından, bu kriz dönemi hakkında şahsi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu vesileyle size ve ailenize esenlikler dilerim.
Türk Düşünce Hareketi AdınaHayrettin NUHOĞLU
İletişim Bilgileri:
-Telefon : (0216) 445 49 07/08
- Belgegeçer : (0216) 445 49 39
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
: hayrettinnuhoglu@gmail.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah KEDEROĞLU, Ekrem ÖZBAY, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, Hayri ÖZENLİ, İbrahim OKUR, Kemal ATA, M. Akif DEMİR, Mehmet GÖZAY, Nail KINALI, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
15 TEMMUZ 2016
DARBE ÖNCESİ ve SONRASI
Bu süreci değerlendirirken yakın geçmişte unutulmaması gereken bazı hususlar ile bugün veya yarını ilgilendiren bazı hususları Türk Milleti ile paylaşmayı gerekli ve faydalı buluyorum.
1.Bu darbe girişimi şayet başarılı olsaydı; TRT’de okunan bildiride ifade edilen görüşlerin doğru kabul edilmesiyle çok sayıda vatansever, Atatürkçü, liberal, demokrat, her yaştan kadın ve erkek sevinebilecekti. Kısa zamanda da gerçekleri görmesi mümkün olmayacaktı. Darbenin çekirdeğinde bulunan ve başka bir devlet adına örgütlenen çetenin eksik kalan yapılanmayı tamamlamasına fırsat verilecekti. Darbeye karışan subayların bir kısmının da aynı düşünceyle ahmakça bu darbe teşebbüsüne destek verdikleri anlaşılmaktadır.
2.PDY (Paralel Devlet Yapılanması) veya FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) uzun yıllardan beri sistematik olarak güçlenerek bu günlere geldi. Bu durumu gören ve her zaman tepki gösteren, adeta yırtınan sadece Türk Milliyetçileri olmuştur.
3.Bu yapılanmaya destek olanlar, sağcısıyla solcusuyla sivil – asker her meslek ve guruptan çok sayıda kimse bizi anlamadı. Suçladılar. Bu kapsamda yapılanmanın en güçlü desteği bulduğu 2004 – 2012 arası AKP ile ilişkilerin en üst seviyede olduğu dönemdir. Anayasa değişikliği ve seçim destekleri boşa çıkarılmamıştır. Her istedikleri verilmiştir.
4.AKP, başta dönemin Genel Başkanı ve Başbakan R.T. Erdoğan olmak üzere A. GÜL, B. ARINÇ, B. KUZU, Hüseyin ÇELİK, B. ATALAY, S. ERGİN, B. BOZDAĞ, N. KURTULMUŞ, S. SOYLU, A. DAVUTOĞLU, Suat KILIÇ, Faruk ÇELİK, M. GÖKÇEK, K. TOPBAŞ ve çok sayıda milletvekili, belediye başkanı, parti yöneticisi F. GÜLEN ve cemaatini savunmak ve övmek gibi görevleri severek yapmışlardır.
5.Habur, Oslo ve İmralı Müzakerelerine temel teşkil eden, Abant toplantılarını FETÖ organize etti, Hükümet yetkilileri katıldı ve destekledi. O toplantıların sonuç bildirileri incelendiğinde görülecektir ki alınan kararların bazıları icra edildi ve ediliyor.
6.Türk Silahlı Kuvvetlerini zayıflatmak, dağıtmak ve itibarını düşürmek için kurulan Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi tuzak ve kumpaslarını alkışlayan, savcısıyım diyen, tuzağı kuranları kahraman ilan edenleri hatırlamak ve asla unutmamak gerekir.
7.Kadrolaşma adına her seviyede okul sınavlarının ve KPSS’nın soruları çalınarak yandaşların kazanması sağlandı. Bilgi, beceri, liyakat, hak, hukuk gibi kavramlar unutuldu.
8.Hükümete destek veren bütün cemaatler ekonomik açıdan desteklenerek çok sayıda zengin yaratıldı. Devasa vakıf ve dernekler meydana getirildi. Buralara aktarılan büyük paraların bir kısmıyla seçim kampanyaları yürütülürken beraberdiler. Soygun büyüdükçe paylaşma konusunda anlaşmazlıklar baş gösterdi.
9.Milli Eğitim Temel Kanunu yok sayıldı. Sistemle sürekli oynanarak Türk, Atatürk ve Milliyetçilik adına ne varsa silindi. Biat anlayışına uygun sünepe yandaş kadrolar yetiştirilirken beraber hareket edildi. Milli Eğitim şurası sonuç bildirisi incelendiğinde görülecektir ki İstiklal Marşının okunması bile tehlikeye girmişti.
10.12 Eylül ihtilal yönetiminin uydurduğu “Başörtüsü yasağı” sembol haline getirilerek, Türk ve Atatürk düşmanlığı amansızca yürütüldü. “Alnı secde görüyor” diyerek hükümet ve paralel yapılar son 15 yılda her konuda beraber oldular. Diğer alnı secdeye gidenleri hor gördüler. Devlet kurumlarını aralarında bölüştüler. Cumhuriyet tarihinde hiç görülmemiş şekilde okula, camiye, kışlaya ve yargıya tamamen el konuldu. Biz Türk Milliyetçileri her safhada her fırsatta bu durumu ve gelecek toplumsal tehlikeyi ortaya koymaya çalıştık.
11.Paralel yapının Diyanet İşleri Başkanlığında temsil edildiği söylentileri ciddiye alınmadı. “Dinler Arası Diyalog” toplantıları ve ayyuka çıkan çalışmalar hükümetçe desteklendi. “Dinler Bahçesi”, “İbrahimi Dinler”, “Semavi Dinler” diyerek yüce dinimiz İslam sulandırılmaya çalışıldı. Uzun bir süre Hutbelerden “Allah indinde tek din İslam’dır” ayeti okunmadı veya okutulmadı. Öte yandan referandum veya seçim dönemlerinde cami vaazlarında açıkça oy istendi.
12.Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinden veya askeri okullardan haksız olarak, kurulan kumpaslarla atılan birçok milliyetçi insan durumu komutanlarına bildirdiği halde ciddiye bile alınmadılar. Kitaplar yazdılar. Okuyup dikkate alan ve gereğini yapan hiçbir yetkili çıkmadı. Türk bayrağına, milli birlik ve bütünlüğümüzün ve istiklalimizin sembolü olan bütün değerlerimize pervasızca saldırılar olurken siyasi irade “ Baldıran Zehiri” içmekle meşguldü.
13.Türk Milliyetçileri açısından yüksek değer taşıyan Devlet kurumlarımızın başında bulunan; kendi seçtikleri yaver, koruma elemanı ve özel kalem müdürü gibi en yakınları tarafından el ve ayakları bağlanıp, ağızları bantlanarak teslim alınan komutanlar, canlarına kastedilen Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan ve diğerleri hiç sorumluluk sahibi olduklarını hatırlayarak istifa etmeyi düşünmezler mi?
14.Darbe sonrasını fırsata dönüştürmek isteyen AKP zihniyeti geçmişte olduğu gibi algı metoduyla darbenin önlenmesi gayreti gösteren kendi dışındakileri küçük göstererek tek kişiyi yüceltmektedirler. Göstermelik ağız değişikliği kamuoyunu aldatırken Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki kendi planlarını hızla uygulamaya koymuşlardır. Adeta TC Devleti tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.
15.Demokrasi nöbeti adında yapılan eğlenceli toplantılarda “Ölürüm Türkiyem” coşkuyla çalınıp söylenmektedir. Eserin yazarı şair Dilaver CEBECİ ülkemizin yetiştirdiği en büyük şairlerden birisi olmasına rağmen hayattayken de öldükten sonra da hiç kaale alınmadı. İlahiyat Fakültesinde hoca olmasına rağmen sadece Türk Milliyetçisi olduğu için yok sayıldı. “Ne Mutlu Türküm Diyene” şiiri için de eleştirildi.
16.Neler oluyor? Doğru yapılan şeyler var mı? Öncelikle söylemek gerekir ki; bu darbe teşebbüsüne Türk Milleti’nin bütün kesimlerinin ortak tavır takınarak karşı çıkmaları çok önemli ve değerlidir. On beş yıldır ülkeyi yöneten sivil iradenin Türk Milleti’nin varlığını kabul ve ifade etmesi, Türk ve Atatürk kelimelerinin sıkça kullanılması, milli sembollerimize hakaretin azalması, yanlış yapılanların bazılarından pişmanlık duyma işaretleri isabetli olmakla birlikte çok yetersizdir. Devlet kurumlarını düzeltelim derken yarın başımıza yeni belalar açılmasına zemin oluşturulmamalıdır.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir. Yaşadığımız coğrafyada, yaşadığımız çağda geleceği de düşünerek ve planlayarak Türk Milleti’nin taşıdığı yüksek değerlere yeniden ve acilen sahip çıkılmalıdır. Müslüman Türk kimliğimiz saf, sade ve yozlaştırılmadan bütün unsurlarıyla yaşatılmalıdır. Bu ülkede yaşayan herkes kucaklanmalı, etnik kökeni, inancı ne olursa olsun eşit birey olarak görülmelidir. Hukuk düzeni sağlanmalıdır. Devleti kuran felsefe ve irade doğru anlaşılmalı ve Devleti yönetmeye talip olan herkes tarafından mutlaka benimsenmelidir. Bu coğrafyada ilelebet hür ve mutlu yaşamanın başka bir yolu yoktur. Şahsi ve küçük hesaplar derhal terkedilmelidir. Bilim esas alınarak milli güvenlik, milli ekonomi ve milli eğitim rayına oturtulmalıdır. Başkanlık ve partili Cumhurbaşkanlığı fikrinden vazgeçilerek, demokratik parlamenter sisteme bağlı kalınacağı, Anayasanın başlangıç ve ilk dört maddesinin değiştirilemeyeceği açıklanmalıdır. Gerek Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu gerekse diğer dünya ülke ve kuruluşları ile akılcı ve gerçekçi politikalar uygulanmalıdır.
TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ
10/04/2017
Değerli arkadaşımız,
Bilindiği gibi 16 Nisan 2017 günü Anayasa Değişikliği için Halk Oylaması yapılacaktır.
Kapsamı, muhtemel sebep ve sonuçları ile ilgili şahsi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Selam ve saygılarımla.
Türk Düşünce Hareketi Hayrettin NUHOĞLU
İletişim Bilgileri:
-Telefon : (0216) 445 49 07/08
- Belgegeçer : (0216) 445 49 39
- E- Posta: hayrettinnuhoglu@superonline.com
: hayrettinnuhoglu@gmail.com
Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti: Abdullah KEDEROĞLU, Ekrem ÖZBAY, Doç.Dr. Emin IŞIK, Hasan ALBAY, Hasan KÜLÜNK, Hayrettin NUHOĞLU, Hayri ÖZENLİ, İbrahim OKUR, Kemal ATA, M. Akif DEMİR, Mehmet GÖZAY, Nail KINALI, Özdemir ÖZSOY, Remzi YILMAZ, Yaşar SARI, Prof.Dr. Yümni SEZEN ve Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
16 NİSAN 2017’ de YAPILACAK OLAN
REFERANDUM
T.C. Anayasasının 18 maddeden oluşan değişiklik tasarısı, TBMM’den az bir oy farkıyla referanduma götürülmesine yetecek şekilde geçmesi üzerine 16 Nisan 2017 Pazar günü Türk seçmeninin tercihine sunulmuştur. Bu değişikliği kabul edenler EVET, kabul etmeyenler HAYIR oyu kullanmak suretiyle tercihlerini belli edeceklerdir. Yarıdan 1 oy fazla alan tercih kazan-mış olacaktır.
Bu 18 maddeyle birlikte değişikliğin EVET oyuyla kabul edilmesi halinde Türkiye’de sistem değişmiş olacaktır. HAYIR oylarıyla kabul edilmediği takdirde halen yürürlükte olan demokratik parlamenter sistem devam edecektir.
Bu değişikliğin Türk Milletine sağlayacağı bir fayda olup olmadığını maddeler halinde incelemekte gereklilik vardır.
1.Yargıyla ilgili birinci maddede Anayasanın 9. maddesine “bağımsız” ifadesi yanına “ ve tarafsız” ibaresi eklenmektedir. İleriki madde-lerde görüleceği gibi yargının tamamen cumhurbaşkanının kontrolüne geçeceği bir sistemde yargının bağımsız olabileceğini bugünkü uygulamaların ışığında mümkün görmemekteyim. Tarafsız olmak ise bir anlayış işidir ve kafalarda oluşup yerleşmesi şarttır. Ülkemizi yöneten anlayışın “bağımsız” ve “tarafsız” olmaktan neyi anladıkları Türk Milletinin büyük çoğunluğunun malumudur.
2.TBMM üye sayısı 550’den 600’a çıkarılmaktadır. Gelişmiş bütün ülkelerde bu sayı çok daha az olduğu gibi ülkemizde de artıp eksilerek değişiklik göstermiştir. Daha azaltılmasında bir mahsur olmadığı gibi artırılmasından da bir fayda sağlanamaz. Önemli olan TBMM’nin çok iyi yetişmiş, donanımlı, ülkesi ve milleti için çalışma arzusu taşıyan namuslu kişilerden oluşmasıdır.
3.Milletvekili seçilme yaşının 25’den 18’e indirilmesi anlaşılabilir bir konu değildir. Yakın geçmişte 25’e indirildiğinde kaç üyenin seçildiği ve hangi faydanın sağlandığı söylenebilir? Henüz okulunu bitirmemiş, askerliğini yapmamış, hayat felsefesi tam oluşmamış Türk çocuklarına verilmek istenen nedir? Bazı yetkililerin çocukları veya torunları için özel düşünülmüş bir değişiklik olduğu görüşü tamamen boş sayılamaz. Fatih Sultan Mehmet’in 21 yaşında İstanbul’u fethettiği bir gerçektir ama aldığı eğitimi ve donanımı göz ardı edilmemelidir. Bu madde Türk Milletine hiçbir fayda sağlayamaz.
4.Seçimlerin 4 yıldan 5 yıla çıkarılması çok önemli bir değişiklik sayılmaz. Cumhurbaşkanlığı ile birlikte TBMM seçimlerinin aynı günde yapılmasını sistem değişikliğine uygun olması olarak değerlendirmekteyim.
5.6- İki maddeyi bir arada değerlendirmek gerekir. TBMM’nin görev ve yetkileri ile çalışma usulleri bu maddelerde yer almaktadır. Parlamenter hayata geçildiği 141 yıllık geçmiş dönemlere bakılırsa en zayıf parlamento meydana gelmiş olacaktır. Bütçe yapamayan meclis olur mu? Güvenoyu ve gensorunun tamamen kalktığı, genel görüşme, araştırma ve soruşturmanın bile zorlaştırıldığı böyle bir mecliste milletvekillerinin de aynı zamanda genel başkan olacak olan partili cumhurbaşkanı tarafından seçileceği tasavvur edilirse durum daha iyi anlaşılır. Demokratik parlamenter sistemin en belirgin özelliği olan bir başbakanın kurduğu bakanlar kurulunun yerine meclis dışından ve başbakansız bakanlar kurulu oluş-turulmaktadır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetini kap-sayan son 1000 yıllık Türk tarihinde ilk defa başbakansız bir sistem getirilmek istenmektedir.
7.Cumhurbaşkanlığına aday olma usulünü belirleyen bu madde bağımsız adayın önünü tamamen tıkamaktadır. En az 100.000 seçmenin desteğini almak gerekeceği için bugünkü rakamla bir seçmenin noter masrafı 140,- (Yüzkırk) TL olduğundan adayın sadece noter masrafı olarak cebinden 14.000.000,- (Ondörtmilyon) TL çıkması gerekir. Seçim masraflarının ise ölçüsü bulun-mamaktadır. Namuslu yollarla para kazanan kişileri tenzih ederek böyle bir harcamayı yapabilecek aday bulunabilir mi diye düşünmek gerekmez mi?
8.9-10- Bu üç maddede Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri, cezai sorumluluğu ve çalışma şekli düzenlenmektedir. ……………………..
Ülkeyi yönetecek bütün kadroları atama ve görevden alma yetkisi yanında savaş ilanından, TBMM’ni seçime götürmeye, bakanlık kurup kaldırmaya ki bunların merkez ve taşra teşkilatlarını da kurma yetkisi üstelik sadece kararnameyle gerçekleştirilecektir. İşte belki de bu değişikliğin en tehlikeli noktası işte 10. maddenin son fıkrasıdır.
Habur’dan başlayıp İmralı ve Oslo’da devam eden Dolmabahçe’de mutabakat metni açıklanan “Çözüm Süreci” kapsamında PKK ve yandaşlarının en çok önem verdiği kültürel özerkliğin sağlanacağı, yerel yönetimlerin güçlendirileceği vaadi buradadır.
11- Cumhurbaşkanı ile TBMM seçimlerinin yenilenmesini düzenleyen bu madde görev sürelerinin de 5 yıl olduğunu tekrarlamaktadır. Gözden kaçmaması gereken husus TBMM’nin seçimlerin yeni-lenmesine karar vermesi halinde cumhurbaşkanının 2. dönemine denk gelirse 3. defa seçilebilmesine yol açmasıdır. Altı ay erken yapılacak olan seçim cumhurbaşkanına 14,5 yıl süre görev yapmasını sağlar. ……………………………………………………………..
12-Olağanüstü hal uygulaması ile ilgilidir. Önemli olan husus olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda sınırlamalara tabi tutulmadan kararname çıkarılmasıdır.…………………………………
13-Askeri mahkemelerin kaldırılmasını düzenlemektedir.
14-HSYK’nın değiştirilmesini düzenleyen bu madde adını HSK’ya (Hâkimler Savcılar Kurulu), daire sayısını 3’ten 2’ye, üye sayısını da 13’e düşürmektedir. Bu üyelerin 6 sını doğrudan, 7 sini ise TBMM vasıtasıyla cumhurbaşkanı seçmektedir. Bu şekliyle yargı tamamen kontrol altına alınmış olacaktır. ……………………………….
15-Bütçe ve kesin hesap TBMM’den alınıp cumhurbaşkanlığına devrediliyor. Meclis öylesine etkisizleştiriliyor ki bütçe onaylanmazsa önceki bütçe yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacaktır. ………………………………………………
16- Mevcut anayasa metninden çıkartılan, değiştirilen, ibare eklenen, ibare çıkarılan ve yürürlükten kaldırılan çok sayıda maddeyi kapsamaktadır. ……………………………………………………..
17- Geçici maddeleri kapsamaktadır. Değişiklik gerçekleştiği takdirde gerekli kanuni düzenlemelerin en geç altı ay içinde yapılması, seçimlerin 03/11/2019 tarihinde TBMM ile beraber yapılmasına (bu sayede cumhurbaşkanı 3 ay fazladan görev yapmış olacak), HSK’nın 30 gün içinde seçilmesine, Askeri Mahkemelerden Anayasa Mahkemesine seçilmiş olan 2 üyenin yerine seçim yapılmayarak üye sayısının 17’den 15’e düşürülmesine, yürürlükte bulunan KHK’lerin geçerliliğinin sürdürmesine gibi daha birçok madde bulunmaktadır.
18-Maddelerin yürürlüğe girmesiyle ilgilidir. Birçok madde Cumhurbaşkanının göreve başlamasıyla yürürlüğe girmesi öngörülmüşken, bazıları seçim takvimi başladığında, HSK 30 günde, cumhurbaşkanının partili olması ile hemen başlamaktadır.
Bu değişiklik maddelerinin Türk Milletine bir fayda sağlamayacağı çok açıktır. Şu hususlara da herkesin dikkatini çekmek istiyorum.
1.Demokratik parlamenter sisteme bağlı kalınacağı bizzat cumhurbaşkanı tarafından açıklanmasına ve Yenikapı bildirisinde yer almasına rağmen aniden 2016 Ekim ayı başında gündeme yeniden getirilmesinin arkasında ne vardır?
2.Son 1000 yıllık tarihimizde ve 141 yıllık parlamenter hayatımızda hükümet başkanı olarak veziriazam, sadrazam ve başbakan varken şimdi neden başbakansız hükümet sistemine geçeceğiz?
3.TBMM’nin yetkileri bir hayli azaltılarak “Yasamanın”, atanma şekillerine bakarak “Yargının” ve zaten “Yürütmenin” tek adama verilmesinin yükü taşınabilecek bir yük müdür?
4.Cumhurbaşkanı yardımcılarının nitelikleri ve kaç tane olacağı bile belirtilmeyen yeni sistemde kapılar bilerek mi böylesine açık bırakılmaktadır?
5.Aynı zamanda partisinin de genel başkanı olacak olan bir cumhurbaşkanının bütün Türk Milletini kucaklayabilmesi müm-kün müdür?
6.Seçimlerde daha çok oy alabilmek için değişik güç odaklarına tavizler verebileceği düşünülemez mi?
7.Son yıllarda Türk toplumu gergin bir hayat yaşamaktadır. En kısa zamanda huzura ihtiyaç olduğu aşikâr iken gerginliği daha da artıracak bir sisteme geçmek mecburiyeti mi vardır? Öyleyse bu mecburiyet veya beka sorunu niçin açıklanmamaktadır? Yoksa kişisel bekalar mı söz konusudur?
8.EVET kampanyası yürüten bazı kişilerin son zamanlarda ifade ettikleri, örnekleri aşağıda sunulan bazı cümlelerin anlamını düşünmek gerekmez mi?
“ 1923 yılında Osmanlı’ya karşı darbe yapılmıştır.”
“ Ayağımızdaki prangalardan kurtulacağız.”
“ Yüzyıllık parantezi kapatacağız.”
“ 90 yıllık reklam arası sona erdi.”
“ İki ayyaş.”
“ Türk Milleti diye bir millet yoktur.”
“ AKP sayesinde Türk olmaktan kurtulduk.”
“ Türk demiyoruz, Kürt demiyoruz, Tek Millet diyoruz.”
“ Anayasadaki Türk Milleti yerine Türkiye Milleti ifadesini koymak daha kucaklayıcıdır.”
“ Anayasada Türk Vatandaşlığı olmaz.”
“ Bu anayasa değişikliği ilk adımdır sonra daha da değişecektir.”
“ Türkiye asla eyalet sisteminden korkmamalıdır.”
“ Eyalet sistemi getirilmelidir. Bu sistem hem Kürtlerin ve diğer etnik grupların özerklik isteklerini kapsayacak şekilde oluşturulmalıdır.”
“ Anayasanın değiştirilemez maddelerini kabul etmek mümkün değil-dir.”
“ Öz yönetim olabilir.”
Bir partinin genel başkanı olacak olan siyasetçi cumhurbaşkanı sıfatıyla yürütme, yasama ve yargının başı, Türk silahlı kuvvetlerinin de başkomutanı olmamalıdır. Bu sebeple HAYIR demeliyiz. ………………………
Söylenecek daha pek çok sebep vardır. Önemli olan bu ülkede Türk Milletinin milli birlik ve beraberliği koruyarak ilelebet hür ve mutlu yaşayabilmesidir. İstiklalin ve vatanın korunması, huzurlu ortamın tekrar tesis edilmesi, akılcı yollarla kalkınmanın sağlanması, bölgemizde ve dünyada sözüne güvenilir itibarlı bir duruma gelinmesi acilen şarttır.
Bunun için 16 Nisan günü HAYIR diyerek bu değişikliğe geçit verilmemesi her Türk vatandaşının görevi olmalıdır. Sistem değişikliğine HAYIR demekle Türk Milleti, Bölgemiz ve bütün dünya nefes alacaktır. Mevcut yönetim kendine çekidüzen verecek ve hukuki ve yasal çerçevede davranacaktır.
Sonuç hayırlı olsun.